31 Ağustos 2018 Cuma

İşte CHP’nin gizli merkezi "Emin PAZARCI" (Akşam, 02 Ağustos 2018) "Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP Genel Başkanlığı Koltuğu’na oturmasıyla başladı bu iş. Üstelik, Muharrem İnce ve Haluk Koç gibi isimler de dahil herkesin gözünün önünde oldu. “Belki görmemişlerdir”diye biz de gözlerinin içine soktuk."

İşte CHP’nin gizli merkezi
"YENİ CHP VE 
VAN KARARLARI"
(Denize Düşen Yılana Sarılır) Bu'mu demek acaba?
Emin PAZARCI
AKŞAM
02 Ağustos 2018 Perşembe
Uzun bir uykudan yeni uyanmış gibiler. Yıllar önce yazmıştım, onlar yeni tartışıyorlar. “CHP’de gizli bir karar merkezi olduğunu ve kararların orada alındığını”söylüyorlar.
Günaydın beyler, sabah şerifleri hayır olsun.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP Genel Başkanlığı Koltuğu’na oturmasıyla başladı zaten bu iş. Üstelik, Muharrem İnce ve Haluk Koç gibi isimler de dahil herkesin gözünün önünde oldu. “Belki görmemişlerdir”diye biz de gözlerinin içine soktuk.
Aradan yıllar geçti, yeni farkına vardılar.
Kemal Bey, CHP’ye Genel Başkan seçildi, ilk skandal İstanbul Swissotel’de patladı. Umut Oran öncülüğünde bir “Arama Toplantısı” yapıldı. Önder Sav, Kemal Anadol, Hakkı Suha Okay, Akif Hamzaçebi, Muharrem İnce ve Haluk Koç gibi önemli isimlerin son anda haberi oldu.
Ne olduğunu anlayamadan gittiler. Son derece garip bir tablo ile karşılaştılar. Toplantıyı Sabancı Üniversitesi’nden Oğuz Babüroğlu yönetiyordu. Herkesin yakasına ilk isminin yazılı olduğu bir kart takılmıştı. “Hiyerarşiyi bırakın” diye bir talimat verilmişti:
-Herkes birbirine ilk adıyla hitap edecek.
Sonra, CHP’yi “tutuculukla” suçlayan sivri ve aykırı isimler kürsüye gelmeye başladılar. Garip sözler ediyorlardı. Bu yüzden Kemal Anadol ve Muharrem İnce gibi isimler, onlara tepki gösterdiler. Kılıçdarıoğlu ise, “Müdahale etmeyin” diye uyardı.
Önder Sav isyan etti:
-Bu “arama konferansı” da nereden çıktı? CHP neyi arıyor diye sorarlar? Böyle isim olmaz.
Tepkiler ve tartışmalardan dolayı, bu toplantıdan bir sonuç çıkmadı.
O gün o toplantıya katılanlar, “yönetici” konumunda olan Oğuz Babüroğlu’nun ABD’li ünlü spekülatör George Soros’tan para alan TESEV’in Yönetim Kurulu Üyesi olduğunu bilmiyordu. Ayrıca, Kılıçdaroğlu’nun da TESEV’in kurucu üyesi olduğundan habersizdiler.
O yüzden de olup bitenlere pek bir anlam verilemedi.
***
Toplantıdan sonuç çıkmadığını düşünenler yanıldı. O toplantıdan çok önemli sonuçlar çıktı. O gün orada CHP’yi savunan pek çok isim tasfiye edildi. CHP politikalarını yerden yere vuranlar ise daha sonra milletvekili ve parti yöneticisi oldu.
Kılıçdaroğlu baktı ki Kemal Anadol, Muharrem İnce, Hakkı Suha Okay ve Haluk Koç gibi isimlerle “arama toplantısı” yapılamıyor. Bu toplantıları, onlardan habersiz gizli, saklı sürdürdü. Hem de TESEV’ci isimlerle.
İkinci toplantı Van’da yapıldı…
Yöneten ise, yine TESEV’in Yönetim Kurulu Üyesi Oğuz Babüroğlu’ydu.
Van’daki bu toplantıda, o günkü CHP’lilerin tüylerini diken diken eden, ama bugünkü CHP’de kanıksanan kararlar alındı.
İşte onlardan birkaçı:
• HDP gibi yeni bir “anayasal vatandaşlık tanımı” istendi.
• Anayasa’da “etnik vurgulara yer verilmesi” zapta geçti.
• Ana dilde eğitim kararı alındı.
• ”Silahların susması” ifadesi tutanağa geçirildi. Böylece PKK ile Türk Silahlı Kuvvetleri aynı kefeye konuldu.
• Abdullah Öcalan’ı da içine alan “genel af” talebinin altı çizildi.
• Bölgede politika yapan herhangi bir siyasi partiyi ya da grubu hedef almama kararı çıktı. HDP ile seçimlerde yapılan gizli işbirliğinin alt yapısı o zaman oluşturuldu.
Vesaire, vesaire…
***
O günlerde sır gibi saklanan bu tutanağın ortaya çıkmasıyla CHP içinde kıyamet koptu. Partide pek çok isim Kılıçdaroğlu’na “CHP’yi nereye götürmek istiyorsun?” diye sordu:
-Yeni CHP derken, Van kararları doğrultusunda siyaset yapan bir parti mi kastediyorsun?
Kemal Bey’den hiçbir açıklama gelmedi. Gelmedi, ama hendek kazan teröristlere “arkadaşlar”deyip, HDP’ye güzellemeler yaparak gerekli cevabı verdi. Daha sonra CHP’den yükselen “Her aileden bir oy CHP’ye, bir oy da HDP’ye” söylemleri, fotoğrafı ortaya koydu.
CHP, şimdi bunları yeni tartışıyor. Onu da kapalı kapılar ardında yapıyor. Duruma tepki gösterenler, kamuoyu önünde tepkilerine bile sahip çıkamıyor.
Zamanında bunları yazıp, uyarmıştık. Birkaç cılız tepki dışında sesini çıkaran olmamıştı. Atı alan çoktan Üsküdar’ı geçti. Cam kırıldı, iş bitti; bu noktadan sonra kapıya kilit taksalar ne olur?
https://www.aksam.com.tr/emin-pazarci/yazarlar/iste-chpnin-gizli-merkezi/haber-760634

28 Ağustos 2018 Salı

26 Ağustos BÜYÜK TAARRUZ ve 30 Ağustos ZAFER BAYRAMINIZ kutlu olsun

26 Ağustos günü başlayıp, 30 Ağustos 1922'de "mutlak bir zaferle sonuçlanan" Büyük Taarruza katılıp, şehadet mertebesine yükselerek veya Gâzilik makamı ile şereflendikten sonra ebediyete intikal eden Sevgili Halkımız ve Muazzez Ordumuzun cephede veya cephe gerisinde cansiperane savaşan, vargüçleriyle bu uğurda çalışan bütün kahramanlarımızın (başta Mustafa Kemal ATATÜRK olmak üzere, her rütbeden Mehmetçik ve analarımızın) ruhları şad, makamları Cennet, mekânları payidar olsun... 
O Yüce Ruhlar hürmetine Cenab-ı Hak; Türk Milletine tekrar aynı felaketleri, acı, ıstırap-mezalim ve sıkıntıları yaşatmaya çalışanları kahhar ismiyle kahreylesin. Rabbimiz Türk ve İslâm âleminin ezel-ebed düşmanlarına asla fırsat vermesin. Gaflet, dalâlet ve hıyanete düşerek, dâhili ve harici bedhahlar ile iştirak, ortaklık ve işbirliği yapanları mahv ve helâk etsin inşallah.     
Bu halisane dua, asil duygu ve temennilerle Aziz ve Necib Türk Milletinin Zafer Bayramını içtenlikle Kutlar;
İnsan Hakları, Adalet Ahlâkı, Özgürlük, Hukuk, Güvenlik, Esenlik ve Bağımsızlığımızı borçlu olduğumuz;
Başta Gâzi Mustafa Kemâl ATATÜRK olmak üzere; Bütün Şehit ve Gazilerimizin "Kutsal Anıları Önününde" hürmet, minnet, şükran ve saygıyla eğiliriz.
Bilgilerinize...

25 Ağustos 2018 Cumartesi

TÜRK’LERE 1071 TUZAĞI "Prof. Dr. Ekrem Memiş" Malazgirt Meydan Muharebesi yıllardır alçakça istismar ediliyor. "1071 YALANI ve TÜRK MİLLETİ'ne Kurulan Menfur Tuzak. Hainlerce kullanılan İhanet Kapanıdır."

TÜRK’LERE 1071 TUZAĞI
Devlet Bahçeli de sık sık 1071 Malazgirt Savaşı’nı yâd ederek o tarihten bu yana Türklerin Anadolu’da olduklarını belirtir. Tarihi ve ilmi hata burada başladığı gibi birleştirmek isterken ayrıştırma faaliyetleri de bu noktada odaklaşıyor.
Prof. Dr. Ekrem Memiş
Evvelinde, Malazgirt özellikle bazı odaklar tarafından Türk çocuklarını yanlış bilgilendirmek için hazırlanmış bir tuzaktır. Malazgirt’ten daha önce 1041 Dandanakan Savaşı vardır. Eğer Anadolu’nun kapısı açılmışsa -ki ben bu mantığa karşıyım- Dandanakan Savaşı ile açılmıştır.
Ahirinde, Anadolu’nun 1071’den sonra Türklerin vatanı olduğunu söylemek tamamıyla ve özellikle Amerikan toplum mühendislerinin 1945’den sonrasında yazılan tarih kitaplarındaki dayatmasından ibarettir. Türk çocuklarını tarih bilincinden yoksun kılmanın ilk aşamasıdır. Malazgirt’i temel almak, Aka’ların, Sümerlerin ve Eti’lerin Türk olduklarını inkâr etme yoluyla Türklerin göçebe kavim olduklarını, dolayısıyla barbar olduklarını ve medeniyet kurmaktan uzak olduklarını zihinlere kazıyarak bir tür ‘mankurtlaştırma’ taktiklerinden biridir.
Gazi Paşa bu tarihsel hatayı ortadan kaldırıp atmak için yerin altını işlemekle mükellef kuruluşun adını Etibank, oradan gelecek ürünü işleyebilmek için gerekli maddiyeti temin ve teşvik için de Sümerbank adını kullanarak tarihsel bütünlüğü Türk insanına yeniden hatırlatmak istemiştir.
‘1071’ BİR TUZAKTIR.
1071 meselesinin zahirindeki (görünen, kamuoyu ve halka sunulan tehlikeli mesaj ve bilhassa yaratılmak istenen sahte imaj) husus ise bu tarihin tamamıyla menfur bir tuzak olmasıdır.
Bu konuda biri çok ilmi ve tarihi kaynak mevcuttur.
Afyon Kocatepe Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Ekrem Memiş Hoca’nın çok önemli çalışmaları bu tarihi saptırmayı ve yalanı ortaya çıkartan ilmi çalışmalardan sadece biri, ama en önemlilerinden biridir.
Ekrem Memiş hoca konuyla ilgili açıklamalarını birlikte okuyalım:
“Anadolu Türklerin ikinci yurdu değildir. Anadolu Türklerin anayurdudur. Anadolu’da bundan 8 bin yıl önce de Türk devletinin var olduğu belgelerle kendini göstermektedir” demiştir.
Memiş Hoca MÖ. 2 bin 200’lere ait bir olayı anlatarak Akat Kralı Mezopotamya’dan gelmiş Fırat Nehri’ni geçerek Anadolu’ya gelmiş. Anadolu’da o zaman küçük küçük şehri devletleri var. Bu küçük şehir devletlerinden 17’si Hatti Kralı Pampa’nın önderliğinde bir araya gelmişler ve Akat Kralına karşı vatanlarını korumak için mücadele etmişler. Bu 17 kraldan biri de çivi yazılı metnin 15. Satırında geçen Türkî Kralı İlşu-Nail’di. (Anadolu’da bu gün dahi rastladığımız ‘Pampa’ veya ‘Pampal’ soyadlarının olması sizce bir tesadüf müdür?)
Burada geçen ‘Türkî’ kelimesinin Türk olduğuna şüphe yok. 2 bin yıl da buradan koyduğumuz zaman 4 bin 250 yıl önce Anadolu’da Türk kavmi olduğu gerçeği karşımıza çıkıyor.
Memiş Hoca açıklamalarını şöyle sürdürüyor: “ Bu Türk Krallığının da Hurri isimli bir kavimden gelmektedir. Bu kavim MÖ 3 binli yıllarda Anadolu’da yaşamıştır. İlmi verilerin ışığında çok daha gerilere gidildiğinde kavmin soyunun 6 binlere dayanmaktadır.2 bin de Milattan sonraki dönem eklendiği zaman karşımıza 8 bin yıllık dev bir tarih çıkmaktadır.”
Memiş Hoca açıklamalarında işin arkeolojik boyutlarına da değinerek,” o günlerden bu güne gelen 3 kültür var. İlki; neolitik köy kültürü. Onu takip eden 5 binlerde kalkolitik kültür var. Köylerin yerini şehirlere terk ettiği dönem 3. dönem. Bu dönem ise eski Tunç Çağı. Bu üç kültür arasında hiçbir kopukluk yok. Bu kopukluğun oluşmaması ise kavmin değişmediğine işaret etmektedir” diyor.
Türk adını ilk taşıyanlar Hunlar mı, Türkîler mi?
Bildiğimiz ya da bilmemizi istenilen tarihteki bilgilerimizin yanlışlığının da altını çizen Prof. Dr Ekrem Memiş. Hurilerin Anadolu’nun Doğu bölgelerinde yaşayan en eski sahiplerinden biri olduğunu ve Anadolu’nun Türk’ün ikinci vatanı olmadığı, hatta anavatanı olduğunu belirterek Göktürk Devleti’nin de ilk Türk adını taşıyan devlet olduğu tezine de karşı çıkmakta.
Memiş Hoca Hurrilerin devamı olan ve MÖ binlerde yaşayan Türkî Krallığının Türk adını taşıyan ilk devlet olduğunun da altını önemle çiziyor.
Memiş Hoca bununla da yetinmeyerek Evet hunlar Orta Asya’da bir Türk devleti kurmuşlardır ama bu devlet ilk Türk devleti değildir. Biz buralara sonradan gelmedik. Hep vardık. Ders müfredatında bunlar mutlaka işlenilmelidir.” Diye feryat ediyor.
Hadi son fasılda birkaç örnek daha vereyim.
Tanrı ömrünü uzun eylesin de Türk’e hizmetinden eksik eylemesin.
Muazzez İlmiye Çığ hanımefendinin bir sözünü aktarmak istiyorum. “Yahu biz Türkler Anadolu’nun bizim olduğunu anlatabilmek için daha kaç sefer fethetmek zorunda kalacağız “
Dahası….. Amerika’da yapılan Sümer araştırmalarında Sümerlerin müzik aletinin bilgi ve bulguları tespit edilmiştir. Sümer kayıtları bu tınıları elde edebilmek için bir çalgının olduğunu belirterek çalgının tarifini de yapmışlardır.
Ayrıntıları bir kalem geçelim. Kısacası bu çalgının adı nedir, biliyor musunuz?
“Bağ”, Yani; şu bizim bildiğimiz, meftunu olduğumuz Milli Sazımız “ Bağlama’nın atasıdır yahu.., Ne dersiniz, bağlamaya da 1071’den sonra mı kavuştuk?
… ve sözün sonu
Özellikle adında ‘Milliyetçi’ ibaresi olan bir siyasi partinin başta genel başkanı olmak üzere bütün mensupları şu 1071 meselesini bir kez gözden geçirmek zorundadırlar.
Tarihi ve ilmi gerçekler Türk ve Kürt meselesinin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacaktır.
Ayrıca çok önemli bir husus daha vardır ki ‘ayrışma’nın asıl kodları bu nokta kilitlenmiştir.
“Biz sizinle 1071’den beri kardeşiz” demek, aslında ‘siz ayrı bir milletsiniz ama biz sonradan, 1071’den beri kardeş olduk” demektir. Birleştirelim derken ayrışmaya hizmet etmek tam olarak bu cümlede şifrelenerek yönlendirme demektir.
Ezcümle bütün ‘Milliyetçiler’ Amerikan dayatmasında basılan 1945 sonrası ders kitaplarına ve zihniyetli sözde ilim adamlarının kaleme aldığı safsatalara kapılarak değil. Tarafsız, yansız sadece ilmi ve bilgisi olan ilim adamlarından faydalanabilirler.
İsimlerini bilmiyorlarsa listesini verebilirim.
Prof. Dr. Ekrem Memiş Hoca’nın adını zaten verdim.
Memiş Hoca’nın feryadına kulak tıkamasınlar yeter!
REFERANSLAR (LÜTFEN BAKINIZ): Prof. Dr. Servet Somuncuoğlu, Kâzım Mirşan, Halûk Tarcan, Muazzez İlmiye Çığ, Gene D. Matlock, Mahiye Morgül ve Mustafa Nevruz Sınacı "Kitap ve Makaleleri", 
(Gönderen.Kaynak:TC.İNFORM)
2 yorum:

Yusuf Yaman 28 Ağustos 2016.22:28
ÇOK TEŞEKKÜRLER HOCAM
1071 İ SİYASETÇİLERIN YANLIŞ BİLDİKLERİ KENDİLERİNE ANLATILMALIDIR.
SAYGILARIMLA.

Erdoğan Seyhan 16 Ağustos 2017.23:08
Bu konu bilimsel ortamlarda tartışılarak resmi tarihimizde yer almalı. Teşekkürler Sayın Memiş hocam.
***
Merhaba Mustafa Bey,
İlginiz için teşekkür ediyorum. Yalnız, Devlet Bey Türk tarihini 1071'den başlatmıyor, MHP'nin giriş kapısı önüne 2006 yılında açılışı yapılan Orhun Abidelerinin örneği mevcut.
1071 Malazgirt Türk tarihinde önemli bir dönüm noktası teşkil ettiğinden dolayı ve yedi düvele karşı yürütülen mücadele gereği iki partinin birlikteliği devam etmektedir. Buna partiler arası birlik değil de Türk Milletini aynı hisler etrafında birleştirmeye çaba diyelim. Tarihimizi 1071'de sınırlamak mümkün mü?
Milli Görüş kökeninden gelenler ya da diğer siyasal islamcıların bir kısmı "Türk" yerine "islami birliktelik" gibi kavramı esas aldıklarından dolayı "bin yıl"lafı ederler ama Türk'ün gücünü herkes 15 Temmuz gecesi test etti.
Anadoluya gelişin 1000. yılı diyelim. Her ne kadar bazı tarihi dokümanlar Türklerin Anadoluya gelişini daha önce gösterse de Fetih 1071'dir. 1040 Dandanakan, Büyük Selçuklunun kuruluşu kabul ama Bizans'ın Anadolu'dan çekilmesinde son nokta 1071'dir. 1071'in devamı da 1453'tür.
Emin olun ki tarihimizin hiç bir zerresini heba etmeyiz, ettirmeyiz.
Geçmiş bayramınız mübarek olsun.
selamlar
NKavcar

**

18 Ağustos 2018 Cumartesi

Türk ve Türkiye düşmanı terör-tedhiş örgütlerinin kurucusu, hamisi, koruyucu ve destekçisi, menfur Amerika'nın "Dahili Bedhah" üretim üssü.Türk Millî Eğitimini gayrımillî yapan; Türk gençliğini yozlaştıran anlaşma: FULBRİGHT!..

FULBRİGHT ANLAŞMASI TEK TARAFLI OLARAK FESİH VE "TÜRKİYE FULBRİGT EĞİTİM KOMİSYONU" DERHAL İPTAL EDİLMEK ZORUNDADIR
Türk Millî Eğitimini, Gayrımillî yapan Anlaşma 
"FULBRİGHT ANLAŞMASI”
Osmanlı devletini çökerten anlaşmalardan Balta Limanı Anlaşmasının bin beteri olan 1995 Gümrük Birliği Anlaşmasının, Türkiye Cumhuriyeti’ni ekonomik kıskaca aldığını, Türkiye’yi açık pazar yaptığını, üretime dayalı ekonomik yapıyı tümüyle ortadan kaldırarak, yerine tüketime dayalı bir yapı oluşturduğunu biliyoruz.
Türk Milli Eğitim sistemini altüst eden, Türkiye’yi parçalayacak alt yapıyı oluşturan ve Atatürk’ün Türk Milliyetçiliği fikir sistemini yok etmeyi planlayan bir anlaşma da ABD ile İsmet İnönü hükümeti (CHP) arasında 27 Aralık 1949 tarihinde imzalanan "Fulbright” Anlaşmasıdır.
ABD Fulbright bürosu, Fulbright komisyonu, Fulbright bursu, Fulbright kredisi, …vb çok sayıda ad altında, yalnız Türkiye’de değil, hemen bütün ekonomik, siyasal işgali altındaki ülkelerde çalışmalarını sürdürmektedir.
27 Aralık 1949 tarihli;
"Türkiye ve ABD Hükümetleri Arasında Eğitim Komisyonu Kurulması hakkındaki Anlaşma”nın en önemli özelliği; Türkiye’de kazanılacak Amerikan yanlısı kadroların eğitilme biçiminin saptanması ve bu iş için gerekli giderleri karşılama yöntemlerinin belirlenmesidir. Belirlemeler aynı zamanda, Amerika’nın Türkiye’ye göndereceği uzman, araştırmacı, öğretim üyesi adı altındaki personel için de yapılmaktadır. ABD’ye, Türkiye’de "yardım” edip "işbirliği” yapacak, geleceğin "Türk” yöneticilerini yetiştirmek üzere, Amerika’ya götürülecek Türk öğrenci, öğretim üyesi ve kamu görevlilerinin konumları da bu anlaşmayla belirlenmektedir.
Sözü edilen Anlaşmanın birinci maddesi şöyleydi:
"Türkiye’de Birleşik Devletler Eğitim Komisyonu adı altında bir komisyon kurulacaktır. Bu komisyon, niteliği bu anlaşmayla belirlenen ve parası T.C Hükümeti tarafından finanse edilecek olan eğitim programlarının yönetimini kolaylaştıracak ve Türkiye Cumhuriyeti ile Amerika Birleşik Devletleri tarafından tanınacaktır."
Kurulacak komisyonun yetki, işleyiş ve oluşumu ile ilgili olarak 1.1 ve 2.1 alt maddelerinde ise şunlar vardır;
"Türkiye’deki okul ve yüksek öğrenim kurumlarında ABD vatandaşlarının yapacağı eğitim, araştırma, öğretim gibi eğitim faaliyetleri ile Birleşik Devletlerdeki okul ve yüksek öğrenim kuruluşlarında Türkiye vatandaşlarının yapacağı eğitim, araştırma, öğretim gibi faaliyetlerini; yolculuk, tahsil ücreti, geçim masrafları ve öğretimle ilgili diğer harcamaların karşılanması da dahil olmak üzere finanse etmek…
Anlaşmanın 5. maddesi, Türkiye’de Birleşik Devletler Eğitim komisyonunun kuruluşunu belirlemektedir. (Burası çok önemli)
"Komisyon; dördü T.C vatandaşı, Dördü de ABD vatandaşı (ki ikisi mutlak C.I.A ajanı olmuştur)olmak üzere sekiz üyeden oluşacaktır. ABD’nin Türkiye’deki diplomatik misyon şefi, komisyonun fahri başkanı olacak ve komisyonda oyların eşit olması halinde kararı komisyon başkanı verecektir.
Bu anlaşmayla, Milli Eğitim Bakanlığı’nda bugün çalışmalarını "etkin” bir biçimde sürdüren, personel politikalarından ders programlarına, pek çok konuda stratejik kararlar önerebilen, "Milli Eğitimi Geliştirme” adlı bir komisyon vardır. 1994 yılında 60 personeli olan bu komisyonda çalışanların üçte ikisi Amerikalıydı.
Amerikalıların Türk Milli Eğitimine 1949 dan beri süregelen ilgileri günümüze dek hiç eksilmedi.
Bu durum, 2007'de de böyledir ve FULBRİGHT COMMİSSİON adı altında Türk Milli Eğitimini biçimlendiren kurulun başında 2007'de Amerikan Büyük elçisi oturmaktadır. (bu gün de o kadar taviz verdiğimize göre bu şartlar muhtemelen aynı şekilde, belki de daha da ağır şekilde devam etmektedir. Bundan daha ağır ne olacaksa?)
Yalnızca Milli Eğitim’in değil, diğer pek çok bakanlıkların 1949'dan başlayarak Amerikalı uzmanlar güdümlendiğine ilişkin acı gerçek, Türkiye’yi Amerikan yarı- sömürgesi durumuna düşürerek Türk Milleti’nin anlına bu lekeyi süren ve bu anlaşmada imzası olan İsmet İnönü tarafından, yıllar sonra, 1963'de "timsah gözyaşlarıyla” şöyle itiraf etmişti.
"Daha bağımsız ve kişilik sahibi dış politika izlemesini istiyoruz. Herkes aynı şeyden söz ediyor. Nasıl yapacağım ben bunu? Karar vereceğim ve işi teknisyenlere havale edeceğim. Onlar ayrıntılı çalışmalar yapacaklar ve öneriler hazırlayacaklar.
Yapabilirler mi bunu?
Hepsini çevresinde uzman denen yabancılar dolu. İğfal etmeye çalışıyorlar. Başaramazlarsa işi sürüncemede bırakmaya çalışıyorlar. O da olmazsa karşı tedbir alıyorlar. Bir görev veriyorum sonucu bana gelmeden, Washington’un haberi oluyor. Sonucu memurlardan önce sefirden öğreniyorum.
...
Böyledir bu işler, peygamber edasıyla size dünyaları vaat ederler. İmzayı attınız mı ertesi günü gelmişlerdir. Personeli gelmiştir, teçhizatı gelmiştir, üsleri gelmiştir. Ondan sonra sökebilirsen sök. Gitmezler. Ancak bu sorunun üzerine vakit geçirmeden gitmek gerek. Yoksa ne bağımsız dış politika ne bağımsız iç politika güdemezsiniz. Havanda su döversiniz. Fakat sanmayın ki bu kolay bir iştir. Denediğinizde başınıza neler geleceği bilinmez…”
Türkiye’nin Şubat 1948'de 705 bin dolar olan döviz varlığını, Mayıs 1950'de eksi 12 milyon dolara; 1946'da 214 ton olan altın varlığını 1949 sonunda 123 tona indiren, ülkenin dağarcığında yeterince altın ve döviz bulunmasına karşın Amerika’dan borç alarak ülkeyi Amerikan güdümüne sokan İsmet İnönü’nün bu yüz kızartıcı açıklamaları karşısında:
"Madem bunları biliyordunuz, öyleyse niçin Amerika ile antlaşmalar yaparken Türkiye’ye Amerikalı uzmanlar dolmasına neden olacak maddelere imza attınız?” .. demek gerekiyor.
İşin gerçeği bu tür Amerikan patentli anlaşmaya Amerikancı diye idam edilen Menderes yerine İnönü’nün imza atması oldukça gariptir.
Eğer bu yazıyı uzun demeden okuduysanız zannediyorum,
Neden "Tarih bize yanlış öğretilmiş” dediğimizi,
Neden Ülkemizde ABD yurttaşlarının, Bakan hatta Başbakan olabildiğini,
Neden bizlere gerçek Atatürk’ün anlatılmadığını ; artık anlıyorsunuz demektir.
İşin garibi ise, 1949’dan bu yana gelen hiçbir hükümetin bu anlaşmayı yürürlükten kaldıralım dememesidir.
Türk Gencine gerçek Türk Tarihi’ni öğretmek boynumuzun borcu olmalıdır. Zirâ Türk Genci ‘nin cesaretinin de, ferasetinin de, idrâkinin de, inancının da kaynağı gerçek Türk Tarihi’dir. "Türk genci atalarını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde güç bulacaktır." Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK
Selam ile…
Murat ÇALIK
***
Not: Bu yazıda Cengiz ÖNAKINCI’nın "Türkiye’nin Siyasi İntiharı Yeni- Osmanlı Tuzağı ”adlı kitabından ve Metin Aydoğan ‘ın "Türkiye Üzerine Notlar” kitabından alıntılar yapılmıştır.
Türkiye Fulbright Eğitim Komisyonu
Türkiye Fulbright Eğitim Komisyonu, ya da diğer bir adıyla Türkiye-Amerika Birleşik Devletleri Kültürel Mübadele Komisyonu, 1949 yılında Türkiye ve Amerika Birleşik Devletleri arasında imzalanan ikili anlaşma ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden geçen 13 Mart 1950 tarih ve 5596 sayılı kanun çerçevesinde çalışmalarına başlamıştır. Komisyonumuz, Türk ve Amerikalı üniversite mezunlarını, akademisyenleri, sanatçıları ve kamu görevlilerini eğitim, yaşam ve seyahat masraflarını kapsayan burslarla desteklemekte ve ABD’de eğitim almak isteyen Türk öğrencilere eğitim danışmanlığı hizmeti sunmaktadır. Komisyonumuz, Türk ve Amerikan halkları arasında eğitim ve kültürel değişim yoluyla ortak bir anlayış geliştirmek için kurulmuştur.
Türkiye Fulbright Eğitim Komisyonu yönetimi, Yönetim Kurulu ve Genel Sekreterlikten oluşmaktadır. Komisyonumuzun Yönetim Kurulu üyeleri, Türk ve Amerikan Hükümetleri tarafından atanmakta ve bu üyeler her iki ülkeyi temsil etmektedirler.
Komisyonumuzun bütçesi 1949 yılındaki kuruluşu itibariyle, Türk ve Amerikan Hükümetleri tarafından ortaklaşa oluşturulmaktadır. 2010 yılında kuruluşunun 70. yılını kutlayacak olan Türkiye Fulbright Eğitim Komisyonu, kurulduğundan bu yana yaklaşık 6.500 Türk ve Amerikalı öğrenci ile akademisyene burs olanağı sağlamıştır. Fulbright mezunu Türk öğrenci ve öğretim üyeleri, ABD’deki çalışmalarını tamamladıktan sonra Türkiye’ye dönerek ülkemize faydalı çalışmalar yapmaktadırlar. Türkiye’ye gelen Amerikalı akademisyenler de, çeşitli dallarda gerçekleştirdikleri araştırmalar ve aldıkları eğitim ile alanlarına önemli katkılarda bulunmaktadırlar. Programlarını tamamlayıp ülkelerine dönen Fulbrightlılar, görev aldıkları önemli pozisyonlarda, Türkiye ile bağlarını sürdürerek, Fulbright’ın amacını uygulamış ve gerçekleştirmiş olmaktadırlar.
Komisyonumuzun merkez ofisi Ankara’da olup, İstanbul’da da bir irtibat ofisi bulunmaktadır.
Geleceğimiz yıldızlarda değil, akıllarımızda ve kalplerimizdedir. Birbirini tamamlayan yaratıcı liderlik ve çağdaş eğitim, insanoğlu için umut dolu bir geleceğe yönelik ilk gerekliliklerdir. 40 yıl önce Amerikan Senatosu’na önerme ayrıcalığını yaşadığım uluslararası burs programı, liderliği, öğrenmeyi ve kültürlerarası anlayışı geliştirmeyi hedeflemiştir ve halen hedeflemektedir. Bu mütevazı programın paha biçilemez hedefleri vardır, çünkü uluslararası ilişkilerin geçmişteki içi boş ve güce dayalı sistem yerine daha medeni, akılcı ve insani temeller üzerine kurulmasını başarmıştır. Ben bu işe başladığım zaman buna inandım ve hala inanıyorum.
Senatör J.William Fulbright
Yönetim Kurulumuz
Türkiye Fulbright Eğitim Komisyonu’nun faaliyetlerini denetleyen, kural ve politikalarını belirleyen bir Yönetim Kurulu bulunmaktadır. Yönetim Kurulu üyeleri, dördü Türk, dördü Amerikalı olmak üzere sekiz üyeden meydana gelmektedir ve üyeler bir takvim yılı için seçilmektedirler. Üyelerin görevlerinin müteakip seneler için uzatılması mümkün olabilmektedir.
Yönetim Kurulu aşağıdaki Türk ve Amerikalı üyelerden oluşmaktadır:
John Thomas McCarthy, Yönetim Kurulu Başkanı, ING Bank Türkiye, İstanbul
Funda Kocabıyık, Avrupa Birliği ve Dış İlişkiler Birimi Genel Müdürü, Milli Eğitim Bakanlığı, Ankara
Ayşegül Gökçen Karaarslan, Kültürel Diplomasi Genel Müdür Yardımcılığı Genel Müdür Yardımcısı Vekili, Dışişleri Bakanlığı, Ankara
Scott Weinhold, Basın ve Halkla İlişkiler Müsteşarı, Amerika Birleşik Devletleri Büyükelçiliği, Ankara
Doç. Dr. Mehmet Akif Kireççi, İktisadi, İdari ve Sosyal Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi, İhsan Doğramacı Bilkent Üniversitesi, Ankara
Prof. Dr. Muhsin Kar, Niğde Ömer Halisdemir Üniversitesi Rektörü, Niğde
Jeffrey J. Anderson, Basın ve Halkla İlişkiler Müsteşarı, Amerika Birleşik Devletleri İstanbul Başkonsolosluğu, İstanbul
Aslı Başgöz, Kıdemli Ortak Avukat, White & Case LLP Uluslararası Hukuk Bürosu, İstanbul

17 Ağustos 2018 Cuma

Prof. Dr. Anıl Çeçen ABD ile yaşanan gerilim ve Türkiye'nin uluslar arası durumuyla ilgili ANAYURT Gazetesi'ne açıklamalar ve değerlendirmelerde bulundu. “Trump kendi müttefiklerini düşman olarak ilan etti”

ABD Başkanı Trump müttefiklerini düşman ilan etti... 
Prof. Dr. Anıl Çeçen, ABD ile yaşanan gerilim ve Türkiye'nin uluslar arası durumuyla ilgili değerlendirmelerde bulundu. ABD ve Türkiye arasındaki gerilimi “Trump kendi müttefiklerini düşman olarak ilan etti” diye değerlendirdi.
ANKARA- (ANAYURT GAZETESİ) Prof. Dr. Anıl Çeçen, ABD ile yaşanan gerilim ve Türkiye'nin uluslararası durumuyla ilgili değerlendirmelerde bulundu.ABD ve Türkiye arasında gerilim döviz kurunu yükseltmeye başladı. Ortadoğu'daki savaşlar devam ediyor. Türkiye'nin uluslar arası ilişkilerdeki konumu tartışmalı. Anayurt Gazetesi'ne değerlendirmelerde bulanan Prof. Dr. Anıl Çeçen, ABD ve Türkiye arasındaki gerilimi "Sadece iki ülke arasındaki çekişme değil. Uluslararası konjonktürde ABD'nin gelmiş olduğu yeni durum dünyaya farklı yansımalar getirdikçe ABD sadece Türkiye ile değil bütün dünya ülkeleriyle karşı karşıya geldi. Trump, Putin ile görüşmeye giderken 'Avrupa ülkeleri benim düşmanım' dedi. Halbuki bunlar İkinci Dünya Savaşı'ndan buyana NATO ittifakı içerisindeler. Trump kendi müttefiklerini düşman olarak ilan etti. Yani ABD'nin dünyadaki konumu değişirken, Türkiye'deki konumu da değişiyor" diye yorumladı.
Dolar normal koşullarda bu durumda olmamalı.
Prof. Dr. Anıl Çeçen, döviz kurlarının artmasının Türkiye'nin iç koşulları nedeniyle olmadığına dikkat çekerek, "Yükselme tamamen uluslararası konjonktürde gelinen yeni aşamanın yansıması. Dolar normal koşullarda bu durumda olmamalı. Trump Avrupa'yı kendisine düşman ettikçe, Avrupa ülkeleri başta İngiltere ve Fransa gibi eski sömürgeci devletler ABD doları üstünlüğüne dayanan para sisteminin devam etmesini bugün kabul etmiyor. Buna açıktan karşı çıkmıyorlar ama Türkiye'de bu yükselişi uzaktan yönlendirerek, ABD'ye mesaj vermeye çalışıyorlar" diye konuştu.
"Suriye savaşını çıkaran ülke İsrail'dir"
Prof. Dr. Anıl Çeçen Ortadoğu'da süren savaşlar ve karışıklıklarla ilgili de değerlendirme yaptı. "Suriye savaşını çıkaran ülke İsrail'dir" diye vurgulayan Anıl Çeçen, "Suriye'deki savaşta devletler savaşmıyor. Burada emperyalizm ve siyonizm oradaki terör örgütlerini kullanıyorlar. PKK ve PYD'nin arkasında ABD desteğini görüyoruz. Bu coğrafyada İsrail bölgeye egemen olmak için bölge devletlerini parçalayacak şekilde terör örgütlerini kullanıyor. Türkiye de terör örgütlerinin baskısı altına alınmaya çalışıyor" yorumunda bulundu.
'TÜRKİYE YOLUNA DEVAM EDİYOR'
Prof. Dr. Anıl Çeçen dünyanın çok kutuplu bir dünyaya doğru dönüştüğünü belirterek, "Dünya batı hegemonyasından uzaklaşmakta. Bakın Çin'in önderliğinde Asya ülkeleri Şangay İş Birliği Örgütü gündeme getirdiler. Ayrıca Batı'nın politikalarına karşı çıkan Brezilya, Hindistan, Çin, Rusya'nın beraberinde kurduğu BRICS ittifakı da bu doğrultuda yeni bir alternatif olarak çıktı. Hatırlayın BRICS'in son genel kuruluna Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan katıldı. Türkiye'nin batı dışında diğer dünya ülkeleriyle yakınlaşması gündeme geldi. Batı eskisi gibi tek merkez olmaktan çıktı. Onun hegemonyasına karşı yeni alternatifler gündeme geldi. Türkiye'de bu yeni oluşumları değerlendirerek, yoluna devam etme çabaları sarf ediyor" dedi.
'TÜRK HALKININ İRADESİ DOĞRUTUSUNDA'
Uluslar arası arenadaki karışıklığa karşı Türkiye'deki iktidara ve muhalefete tavsiyelerde bulunan Çeçen, şunları söyledi: "Sakın ola emperyalizmin çıkarları doğrultusunda gerçekleştirilmek istenen iç çatışma konularına alet olmasınlar. İktidarın daha hoşgörülü ve anlayışlı olması gerekir. Muhalefetin de iktidara neden gelemediklerini ve halk kitlelerinden nasıl oy alacaklarını, kendilerini nasıl yenilemeleri gerektiği konusunu tartışması gerekir. Önümüzdeki dönemde iç savaş ya da bölge savaşlarına alet olmamak için demokrasinin işlemesi gerekir. Seçimler yoluyla da iktidar değişikliği sağlanarak, bir alternatif iktidarın iş başına gelmesi sağlanmalıdır. İşte o zaman Türkiye'de demokrasi kurumsallaşır, tek adam rejimi üzerinden bizi bölgesel projelere yönlendirmek isteyen güç merkezlerinin girişimlerine karşı Türk halkının iradesi doğrultusunda devlet içi dengelere fırsat yaratılacaktır." (ANAYURT, Ankara-16.08.2018, Röportaj: Tamer Arda ERŞİN)

16 Ağustos 2018 Perşembe

ABD'ye misilleme yapmak şart. Ama nasıl? "Halkın ticaret mallarına zam yapıp KARABORSACIYI İHYA EDEREK değil!, "ABD bayrağını ülkemizden söküp atarak; Amerikan askerini sınır dışı ederek ve bütün terör-tedhiş örgütlerinin derhal BÜTÜN UZANTI ve BAĞLANTILARININ kökünü kurutarak yapılmalıdır."

Türkiye'de kaç ABD üssü var, neredeler? Ve neden halâ varlar?..
ABD'nin Türkiye'ye yönelik yaptırım kararlarından sonra gözler Türkiye'nin atacağı karşı adımlara çevrildi. Türkiye'nin ABD'ye karşı atacağı adımlardan birinin de ülkedeki ABD üslerini kapatmak olduğu belirtiliyor. Peki Türkiye'de kaç ABD üssü var, Türkiye'deki ABD üsleri nerede?
TÜRKİYE (03 Ağustos 2018 Cuma) Dünya Bülteni | Haber Merkezi
Türkiye ile ABD arasındaki misyoner rahip Brunson krizinden sonra Trump yönetiminin aldığı yaptırım kararları iki ülke ilişkilerini daha da gerginleştirdi. ABD yönetimi Adalet ve İçişleri Bakanları'nın mal varlıklarına el koyma kararı alarak, onlarla her türlü ilişkiyi yasakladı. ABD'nin bu adımından sonra gözler Türkiye'nin atması muhtemel adımlara çevirdi. Türkiye, ABD'ye karşı neler yapabilir? Akla gelen ilk yaptırım seçeneklerinden biri ülkedeki Amerikan üslerinin kapatılması. Peki, ABD'nin Türkiye'de kaç tane üssü var ve nerelerde yer alıyor?
İşte Türkiye'deki ABD üsleri:
İstanbul, Diyarbakır, İzmir, Adana, Malatya ve Ankara’da birden fazla yabancı askeri tesisin olduğu ve Türkiye’nin yedi bölgesinden sadece Karadeniz Bölgesi’nde ABD ve NATO’ya bağlı askeri üslerin bulunmadığı da yine göze çarpanlar arasında.
1 - İNCİRLİK ÜSSÜ
İncirlik Hava Üssü yönetimi ve denetimi TSK’da olan, NATO’nun önemli bölgesel bir depo üssüdür. Adana’ya 10 km uzakta bulunan üs, Akdeniz’e 56 km uzaklıktadır. Türk Hava Kuvvetleri 10. Ana jet üssü ve ABD hava kuvvetleri 39. Ana jet üssü burada görev yapmaktadır.
2- İZMİR HAVA ÜSSÜ
İzmir Hava Üssü İzmir’in 17 km kuzey batısında Çiğli’de bulunan Avrupa’daki ABD hava kuvvetleri’ne (USAFE) bağlıdır. 42 uçak ve 300 asker-personel bulunan üste I-HAWK ve Roland füze sistemleri konuşlandırılmıştır. İzmir Hava Üssü NATO’nun Türkiye’deki en eski üssü olmakla beraber, son yıllarda önem kazanmıştır. 11 Ağustos 2004’de LANDSOUTHEAST karargâhı Napoli’den İzmir’e taşınmış, 1 Ocak 2006’da da ABD 16. hava filosu, Almanya’nın Ramstein hava üssünden alınarak buraya yerleştirilmiştir.
3 - ŞİLE ÜSSÜ
Stinger füzelerinin fırlatılması için uluslararası standartlarda bir atış alanıdır.
4 - KONYA
Konya 3. Ana Jet Üs Komutanlığı: Irak savaşı sürecinde NATO tarafından getirilen AWACS’lar burada üslenmiştir.
5 - BALIKESİR
Balıkesir 9. Hava Jet Üssü: Bu üsde 6 adet “vault” denilen füze rampası bulunmaktadır.
6 - MUĞLA
Muğla Aksaz Deniz Üssü olarak kullanılmaktadır.
7 - ANKARA
Ankara-Ahlatlıbel, Amasya-Merzifon, Bartın, Çanakkale, Diyarbakır-Pirinçlik, Eskişehir, İzmir-Bornova, İzmit, Kütahya, Lüleburgaz, Sivas-Şarkışla, İskenderun, Ordu-Perşembe, Rize-Pazar, Erzurum, Van-Pirreşit ve Mardin’de NATO’ya bağlı Birleştirilmiş Hava Harekat Merkezleri (CAOC6) bulunmaktadır.
Ankara, Karamürsel, Sinop, Hakkari, Hatay, Erzurum Kargapazarı; dinleme üsleri.
Ankara Cevizlibağ, Elmadağ, İstanbul, İzmir; dinleme ve harekat merkez üsleri.
Adana-Hatay Toroslar; CIA, Gladio eğitim üssü.
Tekirdağ Çorlu Havaalanı; Lojistik destek üssü.
Konya; AWACS erken uyarı uçakları bu üste.
Gaziantep-Batman Havaalanı; Lojistik destek amaçlı havaalanları. Heronların üssü.
Sabiha Gökçen Havaalanı; Lojistik destek havaalanı.
Mersin Taşucu Limanı; Limanda liman ve helikopter pisti var.
İskenderun Limanı; Türkiye’nin en geniş konteynır alanına sahip bulunuyor.
Adana İncirlik; Nükleer bombaların yer aldığı, ABD’nin bölgedeki tek harekat üssü.
Diyarbakır; Hava üssü, NATO askeri var.
Şırnak-Silopi; Lojistik depolama yeri.
Mardin; İncirlik Üssü’ne ve İskenderun’a gelen ABD asker ve teçhizatları için geçiş yeri.
Şanlıurfa; yakıt ikmal üssü.
Türkiye’de NATO’nun ve Amerika Birleşik Devletleri’ne (ABD) bağlı askeri üsler ve askeri mevcudiyet haritası:

13 Ağustos 2018 Pazartesi

ASIL OYUN ŞİMDİ BAŞLIYOR "Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN" - İnsanlık artık üzerinde yaşamını sürdürdüğü dünyanın uzay denen derin boşluk içinde yer aldığını ve dünya ile ilgili bütün bilgilerin bundan sonra uzaysal boyutunun diğer bilim dallarını da etkileyebileceği görktedir.

ASIL OYUN ŞİMDİ BAŞLIYOR
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
İnsanlık tek bir dünya gezegeni üzerinde yaşamaktadır. Üzerinde yaşam sürdürülen bu gezegenin geçmişi hem tartışmalı konumdaki birçok farklılığı, hem de zengin bilgilerle dolu olan bir birikimi günümüze taşımıştır. Bu doğrultuda insanoğlu elde bulunan tarih bilgileri ile geçmişini, sahip olunan coğrafya bilgileri ile de gezegenin üzerindeki yerini belirleme şansına sahip bulunmaktadır. Tarih ve coğrafya ile gezegenin genel durumu belirlenebilmekte ama içinde bulunulan uzay alanı ile de kozmoloji bilimi artık insanlığa yol ve yön gösterebilmektedir. İnsanlık artık üzerinde yaşamını sürdürdüğü dünya gezegeninin uzay denen derin boşluk içinde yer aldığını ve dünya ile ilgili bütün bilgilerin bundan sonra uzaysal boyutunun diğer bilim dallarını da etkileyebileceği görülmektedir. Bu aşamadan sonra, insanlar en büyük özellikleri olan düşünmeye başladıkları aşamada yeryüzünün tarihi ve coğrafyası ile yetinmeyerek, uzaysal boyutun kozmolojik bilgi birikimi ile de ilgilenmek durumunda kalacaktır. İnsanlar akıp giden zaman süreci içerisinde, bu dünyadan geçip giderken, bulundukları gezegenin tarih ve coğrafya birikimini öncelikle iyi bilecek ve daha sonra da kozmolojik bilgi birikimi ile zaman-uzay-dünya kesişme noktaları ve bağlantılarına göre hareket ederek değerlendirmelerini yapabilecektir. İnsanlık bu bağlamda gerçekliği araştırırken, ya bilgi birikimi ile hareket ederek var olan durumu ya da geleceği bilimsel yöntemlerle belirleyecek, ya da bilimin yetersiz kaldığı aşamada, var olan bilgi birikiminden hareket ederek duygu ve sezgileriyle oluşturduğu inançları aracılığı ile sorunu çözümleyemeye çalışacaktır.
İnsanoğlu sahip olduğu beyinsel özellikleri ile diğer canlılardan ayrılarak ve kendi gelişim çizgisine yönelerek, bugünkü modern dünyanın ortaya çıkışını sağlamıştır.
Evrenin oluşum süreci içerisinde dünya gezegeni de güneş sistemi içinde yerini aldığı uzun bir süreçten sonra, dünyada mikrobiyolojik oluşumlar ortaya çıkmış ve evrimsel bir süreç içerisinde canlılar dünyası oluşmuştur. İnsanoğlu sahip olduğu beyinsel özellikleri ile diğer canlılardan ayrılarak ve kendi gelişim çizgisine yönelerek, bugünkü modern dünyanın ortaya çıkışını sağlamıştır. Ne var ki, biyolojik oluşumların tamamlanmasından sonraki aşamada, insanların antropolojik yapılanmalara yönelmesiyle toplumsal yaşam düzeni ortaya çıkmıştır. İnsanların toplumsal yaşam düzenine geçişinden sonra nüfusun hızla artmasıyla birlikte, bu toplumların yönetimi sorunu gündeme gelmiştir. Önceleri her toplum kendi kendini yönetebilmenin arayışı içinde olmuş, içine girilen sosyolojik süreçlerde her toplum kendini yönetebilmenin yolunu çeşitli deneyler geçirdikten sonra bulabilmiş, bazıları da bu konuda başarısız kalınca, başka toplumların hegemonyası altına sürüklenerek dışarıdan yönetilmeye başlanmışlardır. İlkçağlarda başlayan yeni dönemde, başarısız toplumlar her zaman için başarılı toplumların baskı ve hegemonyaları altında kalmışlardır. Zaman ilerledikçe, bu çıkmazı bazı toplumlar aşabilmiş, bazıları da iyice başarısızlığa sürüklenerek silinip gitmişlerdir. İnsanlar arasındaki çekişme toplumsal rekabete dönüşmüş, toplumsal düzenlerin devletleşmesiyle yeni bir aşamaya gelinince, artık çekişme ve rekabet yarışları devletler arasında gündeme gelmeye başlamıştır.
Asya kıtasında başlayan insanlığın yaşam macerasının geleceğe yönelik bir uygarlık yapılanmasına dönüşmesi...
Asya kıtasında başlayan insanlığın yaşam macerasının geleceğe yönelik bir uygarlık yapılanmasına dönüşmesi ve daha sonra da bu uygarlığın Çin’deki Sarı Irmak ile Hindistan’daki İndüs Irmağı üzerinden dünyanın tam ortasında yer alan Mezopotamya denilen orta su ülkesine doğru ilerlemesiyle birlikte, kutsal kitaplarda yer alan tarihsel birikim insanlığın geleceğini belirlemek üzere gündeme gelmiştir. Tarihin Sümerlerde başladığını öne süren batılı tarihçiler, Mezopotamya öncesi Asya uygarlıklarını görmezden gelmişler ama daha sonraki aşamada, tek tanrılı dinler kutsal kitaplar aracılığı ile insanlığın gündemine girince, Asya uygarlıklarından gelen bilgi birikimini yansıtan Sümer tabletleri kaynak olarak kullanılmıştır. Uygarlığın beşiği olarak kabul edilen Mezopotamya döneminde, insanlığın ilk yerleşim denemelerinin ortaya çıktığı ve bunların daha sonraki aşamalarda Avrupa kıtasında gündeme gelen uygarlıklar için yön gösterici olduğu görülmüştür. Bugün dünyanın en büyük gücü olarak ABD’nin, Irak’a gelerek işgal etmesi, bazı çevrelerin bakış açıları doğrultusunda, bir anlamda uygarlığın doğduğu topraklara çağdaş uygarlığın son aşamasında geri döndüğü biçiminde yorumlanabilmektedir. Üç büyük dinin çıktığı kutsal topraklara batı uygarlığı her türlü askeri ve teknik birikimi ile çıkarma yaparken, insanlığın toplu geleceği tartışma ortamına girmektedir. Uygarlık içinden çıktığı bölgeye geri dönerken, dünyanın sonunun gelmesi ile birlikte yeni bir dünya düzeninin kuruluşu da, siyasal gündemin ortasına ana tartışma konusu olarak girmektedir. Geleceğini arayan insanlık, uygarlığın başlangıcına dönüş noktasında, kendisini yok edebilecek üçüncü cihan savaşı ya da nükleer silahların kullanılması gibi, çok ciddi tehlikeler ile karşı karşıya bulunmaktadır.
Yeniden var olma ya da yok olma çelişkisi ile karşı karşıya kalan insanlık,
Yeniden var olma ya da yok olma çelişkisi ile karşı karşıya kalan insanlık, tarih boyunca daha iyinin peşinde koşmuş, daha gelişmiş bir toplum düzenine kavuşabilmek için her türlü mücadeleyi vererek, olağanüstü çabalar ile büyük özverilerde bulunmuştur. İnsanlık tarihi böylesine çabaların çeşitli örnekleri ile dolu olmasına rağmen, yaşanan olaylar doğrultusunda birçok olumsuz durumlar, karışıklıklar ya da sorunlar birbirini izlemiş ve her zaman için idealize edilen sürekli barış ve mutluluk ortamı bir türlü gerçekleştirilememiştir. Doğal yaşam döneminde birbirinin kurdu olarak sürekli kavga ve çekişme içinde yaşayan insanlık, toplum düzenine geçtikten sonra, gene istediği gibi düzenli bir barış ortamına ya da güvenlik yapılanmasına sahip olamamıştır. Bir yanda olumlu gelişmeler devam ederken, diğer yandan da sürekli olarak olumsuz gelişmeler öne çıkarak insanlığın siyasal gündemini meşgul etmiştir. Kıskançlık, çekmezlik ve bencillik gibi insanların olumsuz karakter özellikleri, toplumsal barış ve düzenin oluşturulması önünde, her zaman için en büyük engeller olarak ortaya çıkmışlardır. Olumsuz özellikler insanları birbirinin kurdu haline dönüştürdüğü zaman tam anlamıyla düzensizlik ortamları yaşanmış, böylesine kaos dönemlerini savaşlar ve çatışmalar izlemiştir. Her türlü çatışma ya da çekişmeye rağmen hayat gene devam etmiş ve yıllar geçtikçe insanların nüfusu artmıştır. İnsanların sayısı binlerden yüzbinlere, milyonlara doğru ilerlerken, genişleyen toplumsal yapıları yönetme konusunda büyük sorunlar çıkmış ve milyonlarca insanı daha kolay ve düzenli bir biçimde yönetebilmenin arayışı aşamasında tek tanrılı dinler insanlık tarihi içindeki yerini almıştır.
İnsanların inanma ihtiyacını karşılama noktasında ortaya çıkan dinler
İnsanların inanma ihtiyacını karşılama noktasında ortaya çıkan dinler toplumsal yaşama egemen olunca, kamusal alanın yönetiminde din merkezli bir dönem başlamıştır. Önce peygamberler aracılığı ile ortaya çıkan tek tanrılı dinler daha sonraki aşamada papalar ya da halifeler aracılığı ile sürdürülerek, milyonlara varan insan toplumlarının düzenli bir biçimde yönetimi sağlanabilmiştir. Merkezi coğrafyadan ortaya çıkan tek tanrılı dinlerin dünya ülkelerine doğru yayılmasından sonra, insanlık dinler üzerinden yönetilmeye başlanmıştır. Kitlelerin tek tanrılı dinlere bağlanması sağlanınca, üç tek tanrılı din arasındaki çekişmeler ve bazen da çatışmalar dünya tarihini belirleyen olayların gelişmesine giden yolu açmıştır. Asya merkezli dünyayı sonraki aşamada Avrupa merkezli dünya yapılanmasının izlemesiyle, doğu batı dengelerinde tek tanrılı dinleri öne çıkarmıştır. Roma İmparatorluğunun Orta Doğu’ya gelmesi üzerine, Yahudiler bütün dünyaya dağılmışlar, merkezi coğrafyada ortaya çıkan ikinci tek tanrılı din olarak Hristiyanlık, bütün batı bölgesini işgal ederken, merkezde ortaya çıkan üçüncü tek tanrılı din olarak Müslümanlık da, Orta Doğu ve Asya bölgesinde hızla yaygınlık kazanarak, doğu batı dengelerinin yeniden kurulmasına katkı sağlamıştır. Din faktörü böylece insanlığın yönlendirilmesinde en önemli unsur olarak öne çıkmıştır.
Uygarlık Mezopotamya üzerinden Eski Mısır’a, Yunan’a ve Roma İmparatorluğuna doğru gelişirken,
Uygarlık Mezopotamya üzerinden Eski Mısır’a, Yunan’a ve Roma İmparatorluğuna doğru gelişirken, ortaya Avrupa merkezli bir dünya çıkmış ve bu düzende beş yüz yıl küresel düzen yönlendirilmiştir. Dinleri devre dışı bırakan bilimsel devrimlerin Avrupa kıtasında gerçekleşmesi üzerine insanlık bu kıta üzerinden okyanuslara açılmış ve yeryüzünde bulunan beş büyük kıta ele geçirilerek dünyanın her bölgesi, batı Avrupalı sömürge imparatorluklarının eline geçmiştir. İngiltere, Fransa, İspanya gibi üç büyük, Hollanda, Belçika ve Portekiz gibi üç küçük batı Avrupa ülkesi, dünya kıtalarını bölüşerek altı büyük sömürge imparatorluğu aracılığı ile dünyanın yönetilmesini sağlamışlardır. Rönesans ve Reform hareketleri ile aydınlanma çağına giren Avrupa uygarlığı zaman içinde güçlenerek bütün kıtalara egemen olmuş ama aynı zamanda dünya kıtalarının başına bir emperyal hegemonya düzeninin kurulmasına neden olmuştur. Bilimsel devrimlerin getirdiği modernizm akımı, birkaç yüz yıllık gelişme sonucunda modern bir dünyanın ortaya çıkmasına yardımcı olmuştur. Bilim ve hukuk alanındaki pozitif gelişmeler modern bir dünya düzenini çağdaş uygarlık anlamında insanlığa kazandırırken, sömürgecilik daha da ilerlemiş ve batı ülkelerinin kıtalar üzerindeki sömürge düzenleri üzerinden fazlasıyla zenginleşmelerinin yolları açılmıştır. Modernleşme süreci insanlığın dünyasında eşitlik getirmemiş, aksine sömürgecilik ve emperyalizm üzerinden eşitsizlikçi bir dünya düzeninin ortaya çıkmasına yol açılmıştır. Milattan sonra başlayan uygarlık sürecinde, insanlık iki bin yıl sonra haksız ve eşitliksiz bir olumsuz duruma sürüklenince iki büyük dünya savaşı kendiliğinden gündeme gelmiştir. Yüzyıllar geçtikçe, belirli ülkelerde yaşamını sürdüren insan toplulukları ortak kültür, vatan, din ve ekonomiye sahip olmaya başlamış ve bu yüzden de ulus devletlere giden bir yeni oluşum dönemi gündeme gelmiştir.
Avrupa merkezli dünyada önce Yahudiler ile Hristiyanların savaşları,
Avrupa merkezli dünyada önce Yahudiler ile Hristiyanların savaşları, daha sonraki aşamada Müslümanlar ile Hristiyanların çatışmaları ve bir süre sonra da mezhep savaşları olarak, Katolikler ile Protestanların birbirlerini yok etmek üzere bir mücadeleye girmeleri üzerine, yerleşik devlet düzenleri ile insanlığın dünya barışına hiçbir zaman erişemeyeceği gibi bir korku giderek yaygınlık kazanmıştır. Roma İmparatorluğunun Orta Doğu’daki Yahudi devletini Milat sıralarında yıkması üzerine, gündeme gelen devlet dışı kapalı örgütlenmeler, bugünün gizli dünya devleti oluşumuna doğru giden yolu açmıştır. Süleyman Mabedinin yıkılmasından sonra ortaya çıkan bir gizli yapılanma olan Tapınak Şövalyelerini, Sion Kardeşleri izlemiş, daha sonraları da Opus Dei ve İlluminati gibi gizli örgütler üzerinden bir küresel dünya düzeni arayışı, var olan devletler ve imparatorlukların ötesinde geliştirilmeye çalışılmıştır. Bir yandan sömürgecilik devam edip giderken, diğer yandan da var olan sömürgeler üzerinden evrensel bir ekonomik düzen oluşturularak, bütün insanlık yönetilmek istenmiştir. Avrupa kıtasında oluşan devletlerin yanı sıra diğer kıtalarda da var olan sömürgeler de merkez ülkelere bağlı bir düzen içerisinde yönlendirilmeye çalışılmıştır. Dünya nüfusunun kıtalar üzerinden milyonları geçerek milyarlara ulaşması üzerine, küresel bir düzen oluşturulması giderek zorlaşmıştır. Bir yandan mevcut devletler düzeni ile sorunlar çözülmek istenmiş ama devletlerarası çekişmeler yeni bir düzen oluşturulmasını engelledikçe, bu sefer, kapitalist düzenin zenginlerinin kurdukları gizli örgütler, yavaş yavaş dünya devleti görünümünde inisiyatif kullanmaya başlamışlardır. Yer altı ya da yer üstü yapılanmalar ile yönlendirilmeye çalışılan dünya halkları, bekledikleri barış ve mutluluk düzenine hiçbir zaman sürekli olarak sahip olamamışlar, barış dönemlerini her zaman savaşlar izlemiştir. Savaş ve sıcak çatışmalar dünya gündeminden eksik olmayınca, istikrarlı bir evrensel düzen ile beklenen sürekli barış ortamına kavuşulamamıştır. İnsanlar arasında doğal yaşamdan bu yana gelen çekişme ve rekabet, önce toplumsal yapılara daha sonraları da devlet düzenlerine yansıdığı zaman, sonunda kazançlı çıkabilmek için her türlü oyun, senaryo ve komplo devreye sokularak zafere ulaşılmak istenmiştir. İnsanlık tarihi böylesine oyun ve senaryoların yer aldığı bir geçmişin olayları ile doludur.
Dinler arası çekişmeler yüzünden dünya barışı gerçekleştirilemeyince,
Dinler arası çekişmeler yüzünden dünya barışı gerçekleştirilemeyince, bu kez dinlerin ötesine gidilerek, belirli bölgelerdeki halkların uzun süre birlikte yaşamaktan dolayı kazandıkları yeni yapılanmalar olarak ulus gerçeğinden hareket edilerek bir sonuç elde edilmeye çalışılmıştır. Din kavgasını geride bırakmak üzere laik devlet gerçeği gündeme getirilmiş, uluslaşma yolu ile insanlar arasındaki din ve mezhep kavgalarının üzerine çıkılmak istenmiştir. Fransız devrimi bu konuda tam bir dönemeç olmuş, bir Hristiyan toplumunda Yahudi örgütlenmesi olarak Jakobenler bir sosyal devrim gerçekleştirerek, din kavgasına son vermek üzere laik devleti hedefleyen yeni bir rejim anlamında cumhuriyet ilan etmişlerdir. Devletin dinin dışına çıkarılması ve laik bir siyasal yapılanmaya geçiş ile dinsel toplumlar, ulusal topluluklara doğru dönüştürülmüştür. Giderek kalabalıklaşan ülkeler dinler üzerinden yönetilmez bir aşamaya geldiğinde bu kez uluslar gerçeği üzerinden yönlendirilmeye çalışılmıştır. Dine dayanan kutsal imparatorluklar devre dışı bırakılırken ulusal toplum gerçeğine dayanan ulus devletler öne çıkmıştır. İmparatorluklardan ulus devletlere geçilirken, devlet dışı gizli örgütlenmeler daha da güçlenmiş ve uluslar arası kapitalist sistemin zenginleri bu kez üstünlüklerini ulus devletler aracılığı ile dünya halklarına kabul ettirmeye çalışmışlardır. Görünürde ulus devlet düzenleri gelişerek devam ederken, kapitalist sistemin para babaları da kendi aralarında kurdukları gizli örgütleri üzerinden, siyasal gelişmeler üzerinde etkinliklerini artırarak sürdürmüşlerdir. Devletlerin yanı sıra bu gibi devletimsi yapılanmaların topluma kapalı bir doğrultuda sürdürülmesi, zaman zaman devletler ile bu gibi örgütleri karşı karşıya getirmiş ve bunun sonucunda da ciddi çatışma olayları yaşanmıştır. Zenginlerin çıkarları ile halkların çıkarlarının karşı karşıya geldiği aşamalarda, devletler üzerine baskılar artırılarak zengin azınlıkların çıkarları doğrultusunda meseleler çözüme kavuşturulmak istenmiştir.
Her insanın diğer insanlar ile rekabet halinde olduğu yaşam düzeninde
Her insanın diğer insanlar ile rekabet halinde olduğu yaşam düzeninde her zaman için güçlü görünmek zorunda olması gibi, bir benzeri çekişme ortaya çıkarak zamanla hem devletlerarası hem de gizli örgütler arası rekabet düzeninde yeni gelişmelere neden olmuştur. Her insanın daha güçlü olarak yaşamını anlamlandırmak eğilimi, devletler için de geçerlilik kazanmış ve her devlet yapısı zaman içerisinde daha da güçlenerek, diğer devletler ile olan rekabet sürecinde öne geçmiştir. Uluslararası devletler düzeninde öncelikle her devlet ortaya çıktıktan sonra varlığını güçlendirmeye çalışmış, diğer devletler ile var olan rekabet düzeninde her devlet daha iyi ve güçlü bir konuma gelebilmek üzere yarışa kalkışmıştır. Bu normal çekişme sürecinin ötesinde bir de anormal boyutlarda rekabet öne çıkınca, devletler birbirlerine karşı çeşitli komplolara girişmişler ya da uygulamaya koydukları farklı senaryolar doğrultusunda birbirlerinin önünü keserek, çelme atarak, arkadan vurarak ve de her türlü hukuk dışı yolları zorlayarak sonuç almaya çalışmışlardır. Bu yüzden normal devletlerin ötesine giden derin devlet yapılanmaları da ortaya çıkmış, devletlerin istihbarat servisleri normal haber toplamanın ötesinde operasyonel bir biçimde yapılanarak, her türlü hukuk dışı eylemin uygulamaya konulmasında, görünmeyen derin devlet misyonunu oynamaya başlamıştır. Özellikle, küresel dünya hegemonyası peşinde koşan batının önde gelen emperyalist devletlerinin, kendi aralarında sömürge savaşlarını yürütürken, hukuk dışı yollara saparak kendi üstünlüklerini diğer ülkelere zorla kabul ettirme çabası içinde, akla gelebilecek her türlü hukuk dışı senaryoları kendi çıkarları doğrultusunda gerçekleştirebilmek için uğraştıkları, zaman içinde yayınlanan anı kitapları ya da araştırmalar aracılığı ile kesinlik kazanmıştır. Amaca giden her yolu mubah gören bir Makyavelist zihniyetin, hem devletlerde hem de devlet dışı örgütlerde ana prensip haline gelmesi yüzünden, dünya ve insanlık bir türlü kalıcı bir barış düzenine ulaşamamıştır.
Batılı sömürge imparatorlukları arasındaki kıtalar üzerinde egemen olabilme
Batılı sömürge imparatorlukları arasındaki kıtalar üzerinde egemen olabilme doğrultusundaki çekişmeler dünyayı birinci cihan savaşına götürmüş, kıtaları fetheden batılılar dünyanın merkezi coğrafyasına doğru bir hegemonya girişimi başlattıkları aşamada, üç doğu imparatorluğunu ortadan kaldıracak bir dünya savaşını insanlığın gündemine zorla dayatmışlardır. Savaş sonrasında doğu imparatorlukları ortadan kalkarken, batının sömürge imparatorlukları da dağılma aşamasına gelmiştir. Yirminci yüzyıla girerken var olan yirmi devlet, bu yüzyıldan çıkarken iki yüz devlet haline gelmiş ve böylece ulusalcılık akımları sayesinde imparatorlukların yerini ulus devletler almıştır. Uluslararası düzende ulus devletlerarasındaki çekişmeler de çeşitli sorunlara yol açmış, her ulus devlet önce varlığını koruma doğrultusunda kendisini güçlendirmeye çalışmıştır. Güçlenen ulus devletler, daha sonraki aşamalarda kendi bölgesindeki diğer devletler üzerinde etki ve baskısını artırmaya çalışmıştır. Her ulus devlet diğerleri ile rekabete girerken, büyük ulus devletler küçük ve orta boy devletler üzerinde rekabete girerek, bunları kendilerine bağlayabilmenin yollarını aramışlardır. Büyük ulus devletler komşuları üzerinde hegemonya kurarak yeni bir tür sömürge imparatorluğunu kendi çevrelerinde oluşturabilmenin yollarını ararken, bazıları da çeşitli senaryolar doğrultusunda dünyanın diğer kıtaları üzerindeki devletler ile yakın ilişkiler oluşturarak, geleceğe yönelik imparatorluk arayışlarının örneklerini ortaya koymuşlardır. Ulus devletlerin çekişmeleri zamanla küçük ve zayıf olanların tasfiyesine giden yolu açmış, orta boy ulus devletler ise, ayakta kalabilmek için daha da güçlenerek büyüyebilmenin arayışı içinde olmuşlardır. Orta boy ulus devletler sahip oldukları jeopolitik konumlarını küresel gelişmeler karşısında iyi ve doğru değerlendirebildikleri aşamada büyüyebilmişler, aksi durumda giderek zayıflayarak yeniden sömürgeleşme bataklığına düşmüşlerdir. Orta çağ sonrasında bütün dünyaya egemen olan batı sömürgeciliğinin temsilcisi olan büyük devletler, aradan geçen zaman dilimi içinde bağımsızlık kazanan eski sömürgelerini ellerinde tutabilmek için ellerinden gelen her yolu denemişler, eskiden olduğu gibi yakın ilişkileri ve bağlantıları yeni dönemlerde de sürdürebilmenin yollarını aramışlardır. Devlet kapitalizminin ötesinde batılı ülkelerin şirketleri fazlasıyla büyüyerek, dünya sahnesine çıkmışlar ve kendi devletlerinin desteği ile şirket emperyalizmi olarak piyasa kapitalizmini yer kürenin bütün halklarına ve ülkelerine yeni emperyal düzen olarak dayatmışlardır. Bu doğrultuda, dünya ülkelerinin hem maddelerine ve enerji kaynaklarına uluslararası tekeller el koyarken, çeşitli senaryolar ve komplolar sahneye konulabilmiştir. Uluslararası bir bakır tekeli olan İTT şirketi, Şili’nin bakır madenlerine el koymak isteyince, sosyalist yönetimi iktidardan indirmek üzere darbe senaryosu düzenlenebiliyor, genelkurmay başkanı darbe senaryosuna direnince, onu bir trafik kazasıyla bertaraf edebilmenin yolu bulunup, istihbarat servislerinin aracılığı ile sosyalist yönetimi işbaşından uzaklaştıracak darbenin önü açılabiliyordu. Yirminci yüzyılda Asya ve Afrika ülkelerinin bütün yer altı kaynaklarına el konulurken, her ülke için ayrı bir senaryo hazırlanıyor, dünyanın bütün ülkeleri ile ilgili bütün bilgiler toplanarak düşünce kuruluşlarında her ülke için en uygun senaryolar üretilerek, bu gibi planları uygulayacak işbirlikçi politikacılar, ya mevcutlar içinden işbirlikçi kadrolar olarak seçiliyor, ya da bu doğrultuda yetenekli gençler bulunarak batı emperyalizminin çıkarları doğrultusunda yetiştirildikten sonra devreye sokularak yeni sömürge düzenleri bu tür taşeronlar aracılığı ile kurulabiliyordu. Özellikle dünya enerji sorunu, enerji kaynakları bol olan ülkeler üzerinden çözülmek istendiği için, doğalgaz ve petrol sahibi ülkelerde çok uluslu enerji şirketlerinin çıkarlarını gerçekleştirecek senaryolar hazırlanarak uygulama alanlarına aktarılabiliyordu. Orta Doğu bölgesi bu konuda en önde gelen çekişme ve sıcak çatışma alanı olarak enerji kavgasının ana merkezi konumuna geliyordu. Enerji tekeli olan şirketler, kaynaklara el koyabilmek için her yolu denerken, darbeler ve savaşlar birbirini izliyordu. Yirminci yüzyılın başlarında merkezi alana İngiltere ve Fransa imparatorlukları kendi çıkarları doğrultusunda biçim veriyorlardı. İkinci dünya savaşı sonrasında, savaşın galibi olan Amerika Birleşik Devletleri bölgeye gelerek Nato üzerinden yerleşiyor ve daha sonra da iki bin yıllık rüya olan İsrail’i kurdurarak, kutsal topraklar ilan edilen merkezi alana farklı bir biçim vermeye yöneliyordu. Bu nedenle, Büyük Orta Doğu projesi ABD’nin bölgeye geldiği yıl, Büyük İsrail projesi de bu devletin kurulduğu sene başlatılıyordu. Sovyetler Birliği varken geçerli olan soğuk savaş döneminde ABD-İsrail ikilisi geleceğe dönük planlarını gizli gizli Türkiye ve bölge devletleri üzerinden yürütürken, küreselleşme aşamasına gelinmesinden sonra daha açık yollara giderek, merkezi alanı Atlantik emperyalizmi ile Siyonizm ortaklığının hegemonyası altına sokabilmenin girişimlerini, birbiri ardı sıra bölge halklarını zorlayıcı bir biçimde gündeme getiriyorlardı. Lübnan’ın Bekaa vadisini terör merkezi yapan bu ortaklık sonucunda, İsrail’in beka sorununun çözümü için bütün bölge ülkelerinin başına terör belası sardırılıyordu. Terör ile bölge düzeni çökertilerek gelecekte ABD-İsrail ikilisinin planları doğrultusunda bir yeni yapılanma oluşturulmak isteniyordu. Terörü kullanmasını iyi bilen ABD-İsrail ikilisi merkezi alanın ötesine giderek tüm Müslüman ülkeler ile Asya ve Afrika devletlerinin işgal ettiği topraklarda her türlü terörü ve savaşı geçerli bir hale getiriyorlardı. Terör emperyalizmin en büyük silahı olurken, yeniden sömürgeleştirmek istenilen ülkelerin halkları da yok pahasına ölüme mahkum ediliyorlardı.
Emperyal güçler, tam bir dünya hegemonyası için,
Emperyal güçler, tam bir dünya hegemonyası için, dünya halklarını korkutma ve sindirme doğrultusunda terörü en büyük silah olarak acımasızca kullanıyorlardı. Terör onlar için oyuncak olduğundan, Orta Doğu bölgesi ve İslam dünyasına kolayca saldırabilmek üzere kendilerini mağdur duruma düşürecek II Eylül saldırılarını da, gene kendi kendilerine yaparak dünya kamuoyunu aldatabilmenin yollarını arıyorlardı. Önceleri çok korkan, geçmişten gelen pasifliğini bir türlü kaldırıp atamayan dünya halkları önceleri bu oyunlara kanmışlar, televizyon programları ile Hollwood üzerinden insanlık Siyonizm’in emelleri doğrultusunda kandırılmaya ve de uyutulmaya çalışılmıştır. Birbiri ardı sıra yaşanan olaylar, artık gerçekleri gün ışığına çıkarınca mızrak çuvala sığmamaya başlamış ve gerçekler belirginleşince dünya kamuoyu uyanarak, batı emperyalizmi ve Siyonizm ortaklığının suçunu görebilmiştir. Dünya enerji kaynaklarının toplandığı yer olan merkezi coğrafyada bir düzen kurmuş olan eski emperyalistler olarak İngiltere ve Fransa ikilisine karşı, yeni emperyalistler olarak ABD ve İsrail ikilisi yeni siyasal senaryolar ile devreye girmişlerdir. Terörün yetmediği yerde savaş, sıcak çatışmaların yetersiz kaldığı aşamalarda ekonomik kriz ve siyasal baskı yöntemleri ile emperyalizm sürekli olarak sonuç almaya çalışmış ve bu yüzden de milyonlarca masum insan katledilmiştir. Zengin iş adamlarının masalarının önünde dünya küresi ile oynadıkları gibi, emperyalizm ve Siyonizm ikilisi de bütün dünya devletleri ve halkları ile oynamayı adet haline getirmişlerdir. Gizli dünya devletinin kurucusu olan büyük patronlar her zaman için kendi devletlerine emirler vererek, her türlü saldırganlığı beş kıta üzerinde sergilerken, uluslararası ilişkiler artık bir oyun haline gelmiştir. Batılı ülkeler bu aşamadan sonra daha da ileri giderek, oyun teorileri oluşturmuşlar ve uluslararası alanda hangi oyunları oynarlarsa daha fazla kazançlı çıkabileceklerinin hesaplarını yapmışlardır. Her emperyal güç dünyanın gelmiş olduğu yeni aşamada genel durum tespiti yaparak, en üst düzeyde çıkarlarını korumak ve daha fazla kazanabilmek üzere her türlü senaryo üzerinden çeşitli oyunları hedefledikleri ülkelerin, ya da halkların başına çorap ağı gibi örerek sonuç almak istemişlerdir. Onların bu oyunculuğu yüzünden dünya halklarının başı beladan hiçbir zaman kurtulamamıştır.
Yirminci yüzyılın başlarında batılı emperyalistlerin Orta Doğu’ya gelerek merkezi alanda çekişme içine girmesine, uluslar arası ilişkiler dalında Büyük Oyun adı verilmiştir.
Yirminci yüzyılın başlarında batılı emperyalistlerin Orta Doğu’ya gelerek merkezi alanda çekişme içine girmesine, uluslar arası ilişkiler dalında Büyük Oyun adı verilmiştir. Eski emperyalistler olarak İngiltere ve Fransa bölgeye gelirken, diğer emperyal güçler olan Almanya ve Rusya, bu duruma karşı çıkmaya başlamışlar ve böylece, dünyanın merkezinde kendi hegemonyasını kurmak isteyen emperyal güçler arasında bir Büyük Oyun oynanmaya başlamıştır. İkinci Dünya Savaşının galibi olarak ABD’nin merkeze gelmesi ve iki bin yıl sonra üçüncü kez İsrail devletini kurdurmasıyla, yüz yıl önce başlamış olan Büyük Oyun yeniden sahnelenmeye başlamıştır. Uluslararası ilişkiler devletlerarasında geliştirildiği için, her devletin sahip olduğu jeopolitik konumu ve özel durumları, ilişkilerin gelişmesinde belirleyici olmaktadır. Her devlet bu nedenle kendi ülkesinin merkezi gücü olarak ülkenin ulusal çıkarları doğrultusunda politikalar geliştirerek, bunları uygulamak ve diploması yolu ile de bu yaklaşımlarını uluslararası alanda tanıtarak, kendi etkinlik alanını genişletmek doğrultusunda yaygınlaştırmak zorundadır. Bu nedenle kendini bilen her devlet kendi plan ve programlarını belirli senaryolar doğrultusunda gerçekleştirmeye çalışır. Kendi merkezi gücünü koruyamayan ya da iç bünyesinde paralel devlet yapılanmalarının oluşumunu önleyemeyen devletler ise, emperyalistlerin taşeronu ya da sömürgesi olmaktan kurtulamazlar. Oyun kuran her büyük devlet, kendi oluşturduğu senaryoda küçük ve orta boy devletleri diğer büyük güçlere karşı kullanabilmenin hesaplarını yaparak adımlarını atmaktadır. Bu yüzden de, küçük ve orta boy devletler büyük güçlerin ve emperyal devletlerin çekişme ve çatışma alanı konumundadır. Çatışmaların çok şiddetli bir aşamaya geldiği noktada ise, dünyanın her yeri emperyalist devletler için savaş alanı olarak öne çıkmaktadır.
Birinci Dünya Savaşı ile beraber dünya politikaları Avrasya bölgesine gelerek kilitlenince,
Birinci Dünya Savaşı ile beraber dünya politikaları Avrasya bölgesine gelerek kilitlenince, İstanbul’un doğusunda başlayan çekişmeler ve rekabet düzeni tam anlamıyla bitmeyen bir oyun olarak öne çıkmıştır. Bu alanda oyunlar başlamış ama bitmemiş, soğuk savaş döneminde devam ettiği gibi küreselleşme aşamasında da oyunlar başka biçimlerde devam ettirilerek, sahnelenen oyunlar, giderek bir Büyük Oyun’a dönüşmüştür. Avrupa kıtasının ortalarından başlayan çekişme macerası doğuya doğru açılım olarak anlaşılmış, Asya’nın her bölgesi batı ülkelerinin doğuya açılışının başlıca konusu haline gelmiştir. Osmanlı, Rus ve Avusturya–Macaristan İmparatorluklarının çöküşü ile ortaya çıkan otorite boşluğu alanlarında batılı devletler kendi hegemonyalarını kurabilmenin arayışı içinde olmuşlar ve bu yüzden de iki cihan savaşı aracılığı ile büyük bir çatışma dönemi yaşamışlardır. Birinci Dünya Savaşı, imparatorlukları ortadan kaldırınca eski emperyalistler olarak İngiltere ve Fransa bölgeye yerleşmişler, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ise ABD ve İsrail ikilisinin merkezi alana gelmesiyle beraber de ciddi biri çekişme yaşandığı için, bitmeyen oyun her aşamada tırmandırılarak bir Büyük Oyuna dönüştürülmüştür. Orta Doğu ülkelerinden bölgeye giren emperyal güçler, Kafkasya ve Hazar’a doğru ilerlemeye başlayınca, Orta Asya ve çevresi Büyük Oyun’un ana hedefi haline gelmiştir. Bu aşamada, Rusya’da gerçekleştirilen Sovyet devrimi, Büyük Oyun’u bir süre için durdurarak yarım yüzyıllık bir statüko oluşturunca, bölgede sakinlik sağlanabilmiştir. Demirperde uygulaması, batılı güçlerin doğu bölgelerine ulaşmasını önleyebilmek üzere ideolojik imparatorluğa yaptırılan bir uygulama olmuştur. Yeni emperyalistler olan ABD ve Yahudi lobileri İngiltere, Fransa ve Almanya’nın önlerini kesmek üzere Sovyet devrimine dolaylı yollardan destek sağlayarak, Büyük Oyun’un soğuk savaş döneminde de sürdürülmesini sağlamışlardır. Osmanlı topraklarını ele geçiren İngiltere ve Fransa ikilisi, Kafkaslar bölgesinden Rusya’ya tam girme aşamasına geldiği noktada, New York Yahudi lobisinin verdiği yüzbinlerce dolar ile Kızıl Ordu kurdurularak, Alman destekli Osmanlı ordusunun Azerbaycan’dan çıkartılması sağlanabilmiştir. Sarıkamış’ta 90 bin asker bu kavga yüzünden şehit olmuştur. Amerika’nın dolaylı desteği ile eski emperyalistlerin Rusya’yı ele geçirmesi önlenerek, yeni emperyalistlerin gelecekte, merkezi alanı ele geçirmesini hazırlayacak bir geçiş dönemi soğuk savaş süreci olarak devreye sokulmuştur.
Sovyetler Birliği’ni zamanı gelince bir tek kurşun atmadan,
Sovyetler Birliği’ni zamanı gelince bir tek kurşun atmadan, insan hakları emperyalizmi ile dağıtan Atlantik emperyalizmi ve Siyonizm ikilisi, Demirperde kalkınca Orta Doğu üzerinden Orta Asya’ya doğru geçişin girişimlerini gündeme getirmiştir. Ne var ki, çeyrek asırlık zorlamalara rağmen tek merkezli dünyayı ABD bir süper güç olarak kuramayınca, Rusya, Çin, Hindistan ve Brezilya gibi dört büyük devlet yeni emperyal merkezler olarak bir araya gelerek, ABD öncülüğündeki batılı ülkeler hegemonyasına karşı savaş açmışlardır. Yeni gelinen noktada artık batılı güçlere karşı doğulu güçler de bir denge unsuru olarak ortaya çıkmışlardır. Dünya nüfusunun yarısının yaşadığı Çin ve Hindistan gibi ülkelerin büyüklüğü karşısında batı ekonomisi doğuya doğru kalmaya başlamış, dünya topraklarının altıda birini sınırları içinde kontrol eden Rusya Federasyonu yeni süper güç olarak, tüm batılı güçlere meydan okuyarak hegemonya alanını genişletmeye başlamıştır. Daha önceleri batının büyük devletleri arasında sürdürülen hegemonya çekişmeleri bitmeyen bir büyük oyun olarak devam ederken, şimdi ortaya çıkan doğunun ve güneyin dört büyük emperyalist gücü, bitmeyen büyük oyunun daha da büyümesine giden yolu açmışlardır. İran, Endonezya, Nijerya, Meksika, Güney Afrika gibi ikinci derece büyük ülkeler de, yarışma alanına yeni merkezler olarak girince, ortalık iyice karışmış ve bitmeyen oyun iyice büyüyerek dev bir kapışma sürecine doğru dünyayı sürüklemiştir.
Yeni dönemde her büyük devlet kendi bölgesinin tam patronu olmak istemekte,
Yeni dönemde her büyük devlet kendi bölgesinin tam patronu olmak istemekte, arada kalan bölgelerde ise diğer güçlere karşı ön planda yer alarak, buralarda da etkinlik alanlarını genişletmeye çalışmaktadırlar. Yeni emperyal güçler eskileri ile takışıp dururken, doğu güçlerinin de devreye girmesiyle birlikte tam anlamıyla bir büyük oyun dünya sahnesinde oynanır hale gelmiştir. Şimdiye kadar oynanan büyük oyunları geride bırakacak düzeyde bir yeni büyük oyun, küresel imparatorluk peşinde koşan ABD-İsrail ikilisi tarafından sahneye konulmaktadır. Rusya’nın Kırım’ı işgal ederek Tatarları tasfiyeye yönelmesi ile, bunu izleyen günlerde IŞİD isimli Neocon destekli aşırı terör örgütünün Musul’dan Türkleri tasfiye etmesiyle içine girilen yeni dönemde, merkezi coğrafyanın hem kuzey bölgesi hem de güney sahasında sıcak savaş tehlikeleri tırmandırılmaya başlanmıştır. Rusya’nın elinden eski hegemonya sahasını almak, Çin’in Avrasya bölgesine girişini önlemek, Türklerin yeni bir imparatorluğa yönelmelerine izin vermemek, Arap dünyasını eskisine oranla daha fazla parçalı bir yapıya getirmek, Hindistan’ı bulunduğu yarım adaya hapsetmek, diğer büyük devletlerin dünya ülkeleri üzerinde etkinliklerini artırma girişimlerinin önünü kesmek, bütün dünyayı ABD-İsrail ortaklığında yeni bir küresel imparatorluğa dönüştürmek üzere, Atlantik okyanusunun doğu ve batı kıyılarında yeni senaryolar hazırlanmakta ve şimdiye kadar oynanan büyük oyun bu doğrultuda en büyük oyuna dönüştürülerek, bütün dünya küresel sermayenin diktatörlük düzeni altına alınmaya çalışılmaktadır. Avrasya satranç tahtasında her büyük güç kendi oyununu oynayarak merkezi coğrafya hegemonyası peşinde koşarken, şimdiye kadar oynanan büyük oyun tam anlamıyla bir büyük satranç çekişmesine dönüştürülmektedir. Asıl büyük oyunun Avrasya satranç tahtası üzerinde bir büyük satranç maçına dönüştüğü bu aşamada, satrancın ortaya çıktığı Hindistan ile, ruletin Rus ruletine dönüştüğü Rusya ve ilk uygarlığın sarı ırmak kenarlarında doğduğu Çin gibi üç büyük Asya gücünün, son sözü söyleyebileceği yeni bir dünyaya doğru gezegenin yol aldığı görülmektedir. Sekiz milyarlık bir dünyanın yönetim sorumluluğunu üstlenmek istemeyen batılı emperyalistler, Avrasya alanında bir üçüncü dünya savaşını büyük oyunun yeni senaryosu olarak devreye sokmaya çalışmaktadırlar. Dünya halkları ve bütün insanlık böylesine bir büyük oyunun getirdiği tehditler ile karşı karşıyadır. İnsanlığın birleşmesiyle bu tür bir felaket önlenebilecektir.

7 Ağustos 2018 Salı

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN: "OHAL KALKTI AMA CUHAL DEVAM EDİYOR" N.Gazete, Profesör Anıl Çeçen, Nuray Başaran'a konuştu (Ankara: 06 Ağustos 2018-Pazartesi) Cumhuriyetçi Demokratlar Hareketi

PROF. DR. ANIL ÇEÇEN: 
"OHAL KALKTI AMA CUHAL DEVAM EDİYOR"
Profesör Anıl Çeçen, Nuray Başaran'a konuştu...
NURAY BAŞARAN-Sistem değişikliği ile birlikte çok değişik olaylar oluyor. Özellikle seçimlerden sonra, seçim gecesi başlayan. Sonra iç siyasetteki muhalefet partileri hareketlendi. Oralarda bir dağılma var görüntüsü var. Devlet Bahçeli çok ilginç bir kampanya başlattı, askıda ekmek kampanyası. Beş milyon ülkücüyü tüm ülkede bu kampanyaya davet etti. Devlet Bahçeli Ülkücüleri sokaktan partiye çekmişti, şimdi partiden tekrar sokağa doğru bir yönlendirme mi var? Sizce neler oluyor?
ANILÇEÇEN-Şimdi efendim bu anlattıklarınızın hiçbirisi Türkiye’nin kendi gündemi değil. Çünkü Türkiye bu süreçte normal koşullarda uluslararası alandaki gelişmelerin bu bölgeye yansımasını izleyerek, kendini buna göre ayarlama noktasına geldiğinde, bir oldu bittiyle erken seçim yapma noktasına geldi. Erken seçimin oldu bittiyle Türkiye’nin gündemine girmesi, iç dinamiklerin değil, uluslararası gelişmelerin bu bölgeye yansıyan sonucudur. O doğrultuda bir erken seçimle karşılaştığımız için, erken seçimi kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak isteyen emperyal merkezlerin, seçim öncesi ve seçim sonrası ve hatta seçim gecesi bazı organizasyonlar içine girdiklerini duyuyoruz. Bunlar basında yer aldığı için Türk halkı da, Türk kamuoyu da giderek tedirginleşen bir duruma doğru geliyor. Yani sorunuzun cevabı olarak kısaca şuna geliyorum. Seçimle beraber girdiğimiz yeni dönemde, konjonktür tamamen iç dinamiklerin dışına çıkmış ve bölgesel bir süreçle bizi karşı karşıya bırakmıştır ki, seçim sonrasında karşı karşıya kaldığımız olaylar tamamen bu durumu doğrulamaktadır.Diş dinamiklerin yönlendirmesine girmiş bir Türkiye var.
GEÇMİŞTEN GELEN DEVLET YAPISI DEVRE DIŞI KALIYOR
NURAY BAŞARAN –Bugün bu karışıklık, yeni sisteme bir hazırlık mı yoksa yeni sistemin getirdiği bir karmaşa mı siyasete?
ANIL ÇEÇEN- Bir kamu hukukçusu, kamu hukuku ve kamu yönetimi uzmanı olarak şunu söylemek isterim. Böyle bir süreç içerisinde Türkiye Cumhuriyeti devletinin kendini toparlaması, merkezi gücünü artırması ve dış tehditlere karşı kendini koruyacak bir şekilde yeniden yapılanması gerekirken, seçim süreciyle başlamış olan uluslararası konjonktürün, bu ülkeye yansımış olan gelişmeleri Türkiye'yi daha farklı bir noktaya getirmektedir. Ki işte bu noktada bir tarafta yüz yıllık cumhuriyetin yavaş yavaş devre dışı kaldığını, idari reform sürecinin giderek bir takım kararnamelerle devreye sokulduğunu görüyoruz ki, o noktada geçmişten gelen devlet yapımız yavaş yavaş devre dışı kalmakta. Bazı kurumlar kamu yönetimi açısından -Türkiye Adalet Akademisi, Türkiye Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü gibi- bir takım devlet organlarının içerisinde güç odağı olan bazı devlet yapılanmalarının kapatılması, geçmişten gelen devlet yapılanmasından vazgeçilip geçilmediği tartışmasını gündeme getirmektedir.
Öte yandan peş peşe ortaya çıkan kararnamelerle, yeni bir yapılanmaya giderken yeni bir devletin kurulduğu gündeme gelmektedir ki, bunu Ayhan Ogan isimli iktidar partisine yakın bir kişi bir tartışma nedeni vesilesiyle, Türkiye'de yeni bir devlet kurulduğunu "Biz yeni bir devlet kuruyoruz, siz bunu anlamamakta ısrar ediyorsunuz." demişti.
Bakıyoruz, iktidarı destekleyen bazı yayın organlarında da artık yepyeni bir dönemin başladığını, yeni bir devletin ortaya çıktığını görüyoruz. İşte burada, kamu hukukçusu olarak diyorum ki, bir tarafta geçmişten gelen Cumhuriyet devleti yapılanması var, öbür tarafta da yandaş basının ifade ettiği gibi bir bölgeselleşme sürecine doğru gitmekte olan bir yeni yapılanmayla karşı karşıyayız. İşte bu yavaş yavaş kararnameler üzerinden düzenlenmekte ve böylece meclisin baypas edildiği bir noktaya getirildiğini görüyoruz. Dikkat ederseniz, Başbakanlıkla beraber bir anlamda yasama organını temsil eden meclisin de yetkilerinin kısıtlandığını, artık meclisin bütün yasaların çıktığı bir yasama organı olarak değil ama yasa yerine kararnamelerin geçerli olduğu, kararnameler üzerinden yeni bir devlet yapılanmasının oluşturulmaya çalışıldığı bir dönemde, meclisin de artık yavaş yavaş geride kaldığını çok açık bir şekilde söyleyebiliriz.
NURAY BAŞARAN -başkanlık sisteminin çok hızlı hareket etme, bölgedeki gelişmeler karşı hareket kabiliyeti geliştirme ihtiyaçları gerekçe gösterilerek yapılmıştı. Bu KHK'lar da bu hızlılığın bir parçası olarak düşünülürse; acaba KHK'lara baktığımızda ya da bakıldığında yeni kurulan birimler, sizin az önce bahsettiğiniz -mesela Ortadoğu Amme İdaresi gibi- kurumların yerine gelecek yapıları inşa ettirmiyor mu? Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, biliyorsunuz başkanlık sistemi modelini açıklarken; bakanlar kurulu, başkanlıklar, idari kesimlerin olduğunu grafiklerle anlattı. Gelinen noktada bu tabloya baktığınızda , değişim noktasında yeni devlet kurmayı mı görüyorsunuz yoksa yeniden inşayı mı görüyorsunuz?
ANIL ÇEÇEN-Efendim yandaş basın, uzun süredir Osmanlı dönemiyle Selçuklu dönemini bir bütün alarak, biz bin yıllık devlet geleneğini temsil ediyoruz derken, Cumhuriyet dönemini karşılarına alırlardı, sahip çıkmazlardı ama bugün özellikle son iki senedir bakıyoruz ki, yandaş basın önemli bir değişikliğe yöneldi. Bu bin yıllık devlet geleneğini yani o dünyanın merkezi coğrafyasındaki Türk hegemonyasının bin yıllık geçmişine bakıldığında, burada hem Selçuklu devletine, hem Osmanlı devletine, hem de Türkiye Cumhuriyetini bir bütünün parçaları olarak ele alıyorlar ki bu bakış açısı bence doğrudur.
Şimdi bu bakış açısı iktidarı destekleyen kesimlerde gündeme geldiğine göre, burada değişen koşullarda yeni ortaya çıkan yapıda, eski devletin devamlılığı noktasında devletin yenilenmesi gerekir. Yani burada Türkiye'nin yeni bir Anayasayla yeni bir devlet kurması değil, idari reformla eski devleti onarması ve eski devletin gücünü artırarak, eski devletin merkezi konumunu güçlendirerek hareket etmesi gerekir. Devlet-Ebed-Müddet biliyorsunuz, Orta Asya'dan gelen, daha sonra Kuzey Asya'da, Rusya'da biliyorsunuz, Türklüğün/Türkçülüğün ana vatanları hem Orta Asya'dır hem Kuzey Asya'dır. Biz hep Orta Asya'yı ele almışız, Kuzey Asya'yı görmezden gelmişiz. Kuzey Asya'daki Selçuklu öncesi Hazar Devleti tarihini bilmediğimiz için, bir çok konuyu, bir çok uluslararası konuyu eksik değerlendiriyoruz, göremiyoruz ama bunları artık görmemiz ve doğru değerlendirmemiz gerektiği ortaya çıkıyor. Ve geleceğe dönük yepyeni bir dünya konjonktürü ile karşı karşıya kaldığımız noktada, işte biz bu coğrafyada Doğu-Batı arasına sıkışmamak, Kuzey-Güney arasındaki çekişmelerde bir yerlere gidip gelmemek ve ayağımızı sağlam yere basma noktasında, "Devlet-Ebed-Müddet" dediğimiz o tarihten gelen ak saçlılarla/sakallılarla ifade edilen bu yapılanmanın bu gün de geçerli olması gerektiğini görüyoruz ama bu geçerlilik süreci içerisinde de geçmişten gelen bu yapı, Selçuklu'dan, Osmanlı'dan geldiği kabul edilirken Cumhuriyetin de bu gün devam ettiği görülmeli ve bu noktada Cumhuriyet Devleti'nin değişen koşullar ele alınarak onarılması, idari reformla yenilenmesi ve güçlendirilmesi gerekmektedir. Ama buna rağmen, bu gün baktığımız noktada ortaya çıkan kararnamelerle farklı bir devlet yapılanmasına doğru gidildiğini görmekteyiz. Türkiye Cumhuriyetinin halen devam ettiği unutulmamalıdır.
BİR BÖLGE DEVLETİNE DOĞRU GİDİŞ VAR
NURAY BAŞARAN-Nasıl bir yapılanma?
ANIL ÇEÇEN- Bir bölge devletine doğru gidiş gündeme geliyor. Yani biz Türkiye Cumhuriyeti olarak, hem bir ulus devletiz, hem de bir ülke devletiyiz. Bu ülkenin sınırları, Misak-ı Milli olarak, bir milli devletin milli sınırları olarak belirlendiği içindir ki, biz burada geçmişten gelen Türk milletinin uzun tarihinin bugün uzantısı olarak, Türk milletine dayanan bir Milli Misak'ın ortaya çıkardığı sınırlar içerisinde bir milli devlet olduğumuzu kabul ederek hareket etmemiz lazım. Ama bu arada çıkan kararnamelere ve bir takım yasal değişikliklere ve geçen sene kabul edilmiş olan Anayasa değişikliğine baktığımız zaman, sanki bundan vazgeçiyormuş gibi, sanki geçmişten gelen Misak-ı Milli sınırları içerisindeki ülke devletinin, ulus devletinin yerine bir bölge devletine yönelindiği ve bu bölge devletine yönelirken bölgesel oluşumların yavaş yavaş ortaya çıktığı ve bu bölgesel oluşumların ortaya çıkış sürecinde ; ekonomik kalkınma ajanslarının, büyük şehir yapılanmalarının ve yavaş yavaşta bu ekonomik kalkınma ajansları ve büyük şehir belediyesi düzenlemelerinin ötesinde bir yeni (Bütün şehir diyorlar galiba) Evet bütün şehir diyorlar ama bu noktada işte yavaş yavaş bölge valiliklerinin gündeme geldiğini, hatta sosyal medyada bunun tartışıldığını görüyoruz. Ki özellikle Güneydoğu meselesi, Kuzey Irak meselesi ve Kuzey Suriye meselesine Türkiye'nin bakış açısı yavaş yavaş bu bölgeleri eyalet ya da bölge olarak kabul etme durumunu gündeme getiriyor ki işte bütün bu oluşumlar Türkiye'nin merkezi yapısını, üniter yapısını Misak-ı Milli sınırları içerisindeki ulus devlet yapısını ciddi boyutlarda sarsmakta ve geleceğe dönük bir yeniden yapılanma sürecini de tehdit etmektedir. Bu gün ABD ile karşı karşıya geldiğimiz noktada, artık eski dostumuz olan ABD'yi bir tehdit olarak görüyoruz ya da İsrail giderek Kıbrıs'a müdahale etmeye kalktığı noktada, Türkiye'nin Kıbrıs'tan çıkması gerektiğini gündeme getirerek Türkiye'yi ciddi boyutlarda zor duruma düşürecek bir yapıyı gündeme getiriyor. Bütün bunları dikkate aldığımız noktada, ortaya çıkan bu yeni gelişmeler aslında bütün bu tehdit unsurlarının giderek tırmandığını ve bir bütün olarak Türkiye'yi var olma veya yok olma noktasında bir dar boğaza sürüklediğini söyleyebiliriz.
NURAY BAŞARAN-Peki, bu var olma ya da yok olma, bölgedeki süper güçler başta ABD olmak üzere, batı ve Avrupa ülkelerinin , bölgedeki yeniden yapılanma noktasında pastadan pay alma projelerinden mi kaynaklanıyor? Yoksa bizim kendi stratejik hatalarımız, siyasi hatalarımız var mı? Yeni dönemde bazı müttefikimizi düşman olarak kabul ediyorsak, Türkiye bölgede hangi noktada nasıl bir yol haritası belirlemeli?
HER SEÇİMİ AYNI İKTİDAR KAZANIYOR MUHALEFET YOK
ANIL ÇEÇEN-Şİmdi söylediklerinizden her ikisi de geçerli. Bunlardan bir tanesi doğrudur diye bakamayız. Hem Türkiye açısından bizim eksiklerimiz var hem de içine sürüklenmiş olduğumuz bugünkü konjonktür içerisinde dünyayı şekillendirmek/yönetmek isteyen emperyal güçlerin planları var, projeleri var. Hem bu planlar doğrultusunda olaylar zorlanıyor, olaylar bu şekilde zorlandığı noktada Türkiye tehdit altında kalıyor.
Türkiye'nin tehditleri aşabilmesi için alternatifler üretmesi lazım ama bakın bu gün Türkiye'nin yüz yıllık devlet geleneği yavaş yavaş yüzüncü yılına gelinirken Türkiye'nin iktidarı var ve iktidar süreklilik kazanıyor giderek. Her seçimi aynı iktidar kazanıyor ama muhalefet yok. Devleti kuran Cumhuriyetçi partinin, şu aşamada devletin yenilenmesi noktasında eksik kalması ve bir alternatif üretmemesini dikkate aldığımız zaman , burada çok büyük eksiklik var ama öbür tarafta Soğuk Savaş koşullarında gündeme gelmiş olan Türk milliyetçiliğinin bugünkü temsilcisi olan Milliyetçi partinin maalesef milli devletin korunması, savunması ve değişen konjonktür dikkate alınarak buna karşı ve bu doğrultuda milli devletin tasfiyesini önleyecek bir alternatif planın, bir milli planın ortaya konulması noktasından uzak durması Türkiye'yi maalesef uluslararası konjonktürde önümüze çıkan tehditlerle bizleri karşı karşıya bırakmakta ve bu noktada iktidar partisi devletle bütünleşerek bu süreç içerisinde Türkiye'ye yönelen tehditleri omuzlamak ya da ona karşı durmak gibi bir yeni gelişmeyle karşı karşıya kalmaktadır.
TÜRKİYE’DE PARTİ DEVLETİ VAR
NURAY BAŞARAN-Yani iktidar partisi devletle yeterince bütünleşemiyor mu?
ANIL ÇEÇEN- İktidar partisi on altı yıldır Türkiye'yi yönettiği içindir ki on altı yıl içerisinde Türkiye Cumhuriyeti devletiyle, Türiye Cumhuriyeti hükümeti giderek bütünleşmiştir ve hükümet sürekli olarak tek parti üzerinden kurulduğu içindir ki maalesef bu gün Türkiye Cumhuriyeti devletine baktığımız zaman, burada bir ulus devlet değil bir parti devleti olduğunu görüyoruz. Çünkü partiyle bütünleşme iktidar, partinin devamı alarak süre geldiği noktada, devleti parti iktidarı olarak yönettiği noktada, bu gün bir parti iktidarıyla karşı karşıyayız. İşte o parti iktidarı içerisinde geçmişten gelen devlet yapısının değişikliğe uğradığını, geleceğe dönük yeni yapılanma süreci içerisinde de farklı bir devlet yapılanmasına doğru Türkiye'nin yönlendirildiğini söyleyebiliriz.
NURAY BAŞARAN-Gelinen noktada alternatifte yoksa -ki başlangıçta da sormuştum muhalefet partilerinin durumunu- ne gibi çözümler üretmeliyiz, acil plan nedir, iktidar partisinin öncelikli yapması gereken şeyler sizce nelerdi?
ANIL ÇEÇEN-Şimdi efendim ben bir kamu hukukçusu olarak bu değerlendirmeyi yapıyorum ama burada üç anayasa hukukçusunu ismen belirtmek istiyorum. Bunlardan ilki eski Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk yeni bir kitap yayınladı. Bu kitabın adı "Anayasaya Aykırı Anayasa Değişiklikleri"dir. Şimdi bir hukuk profesörü olan ve eski bir Adalet Bakanı olan Hikmet Sami Türk böyle bir kitap yayınlarken, şu an Anayasada yapılmış olan değişikliklerin ki geçen sene yapılan referandum sonrasında Anayasamızın değişmekte olduğunu görüyoruz, ayrıca da bu çıkan kararnamelerin de değişmiş olan Anayasa paralelinde hazırlandığını görüyoruz. Şimdi eğer Hikmet Sami Türk'ün söylediği gibi Anayasa değişiklikleri Anayasa'ya aykırıysa, o zaman diğer meselelerde de anayasaya uygunluk meselesi bir tartışma konusu olarak gündeme gelecektir. Bunu vurgulamak gerekir. Ayrıca geçen sene yaşadığımız bu Anayasayla ilgili bu referandum sürecinde biliyorsunuz bir başka Anayasa hukuku profesörü Kemal Gözler, açıkça Türkiye'nin bir Anayasasızlık haline sürüklendiğini ifade etmiş ve Anayasa'nın maalesef uygulanmadığını ve Anayasa'nın ilgili hükümlerinin kağıt üzerinde kaldığını ve Anayasa yokmuş gibi hareket edildiğini söyleyerek bu duruma bir Anayasasızlık hali açıklaması yapmıştır. Bir de son seçimlerle beraber, ana muhalefet partisinin bir üyesi olarak meclise giren bir başka Anayasa profesörü İbrahim Kaboğlu da, özellikle meclis açılırken verdiği demeçlerde, mecliste yemin olarak konuşma yaptığı sırada Anayasa'ya aykırı düşen, Anayasa'ya uygun olmayan bir durumla karşı karşıya kaldığımızı ifade etmiştir ki sanırım her üç Anayasacı ve hukuk profesörü burada bu değerlendirmeleri yaparken, bir tarafta eski devlet yapısı sarsıntı içerisinde gerilerken ya da bir bitme noktasına gelirken, orada devlet devamlılığının ötesinde hareket edilerek Ayhan Ogan'ın ifade ettiği gibi farklı bir devlet yapılanmasının gündeme gelmesi noktasında, bu Anayasa hukuku açısından, idare hukuku açısından, kamu hukuku açısından bu durumların ele alınıp tartışılması gerektiğini ve çok hassas bir şekilde ülkede hareket edilerek ülkede birliğin ve bütünlüğün, geçmişteki yapıyla bugünkü yapının geleceğe dönük bütünleştirilmesinin ve Anayasa hukuku açısından bu durumun bütüncül bir şekilde ele alınıp değerlendirilmesi gerektiğini vurgulamışlardır.
Şimdi ben burada tek başıma böyle bir iddiada bulunmak istemiyorum. Çünkü bu ülkede 200'den fazla üniversite var, 100'den fazla hukuk fakültesi var ve yüzlerce bilim adamı var, bunların içerisinde az önce ismen ifade ettiğim bu geçiş sürecini açıkça kamu hukuku ve Anayasa hukuku açısından ele alıp değerlendirirlerken ciddi boyutlarda hukuki boşlukların ortaya çıktığını ve bunların bir an önce doldurularak Türkiye'nin hukuk devleti kimliğinin ve yapısının devam etmesinin zorunluluğunu ifade etmişlerdir. Durum bu merkezde olmasına rağmen, son zamanlarda çıkan kararnamelere baktığımız zaman, sürekli olarak tek adama yönelik bir rejim oluşturulmaya çalışıldığını görüyoruz. Yani yeni bir devlet yapısına kararnamelerle gidildiği noktada tek adam merkezli, her şeyi Cumhurbaşkanının odağına koyan ve bu noktada bir yapılanmanın gündeme getirildiğini görüyoruz. Batıda uygulanan başkanlık sistemleriyle, Türkiye'de uygulanan Cumhurbaşkanlığı sistemini karşılaştırdığınızda, Batıdaki sistemler hem hukuk devleti olarak, hem de demokratik devlet olarak; yasama-yürütme-yargı üçgeni içerisinde, kuvvetler ayrılığı ilkesine uygun olarak davrandıklarını söyleyebiliriz. Ama bugün Türkiye'de yasamanın yetkisi sınırlanırken, yargıda ciddi boyutta farklı yapılanmalar gündeme gelirken , Adalet Akademisi gibi üst düzey yargıç ve hakim yetiştirilen bir kurumun kapatılmaya yönelinmesi noktasında, yargının gücünün zayıflaması gibi bir durum ortaya çıkmakta ve bunlar çelişkili bir durum olarak gündeme gelmektedir. Bu noktada da, Türkiye'de yeni kurulmakta olan bu yapının, Batı'daki başkanlık sistemlerine pek benzemediğini ve başkanlık sistemlerinde var olan kuvvetler ayrılığı mekanizmalarının yasama-yürütme-yargı dengelerinin bu gün Türkiye'de Cumhurbaşkanlığı sisteminin ya da Cumhurbaşkanlığı hükümet modeli çerçevesinde geliştirilmeye çalışılan sistem açısından baktığımızda, bu gün karşı karşıya kaldığımız noktada, bizi tek adam rejimi gibi bir gerçekle karşı karşıya bırakıyor. Bizi, meclis niye var, niye milletvekili sayısı artırıldı, yargı neden etkin olamıyor ve Türkiye neden hukuk devleti yapılanmasını eskisi gibi koruyamıyor sorularını sormaya itiyor.
ERKEN SEÇİM DIŞ DÜNYANIN DAYATMASI
NURAY BAŞARAN -İki yıl önce gerçekleştirilmeye çalışılan bir 15 Temmuz darbesi var ve 15 Temmuz sonrasında da Türkiye'nin her yerinde OHAL var. OHAL şartlarında yapılmış bir referandum ve sitem değişikliğinin oylanması ve bir seçim var. Seçim sonrası normalleşme olarak OHAL’in kaldırılması yapılsa da bu durumun KHK’lar ile giderildiği yeni bir dönemle karşı karşıyayız. Yani OHAL'in yerini almış bir KHK düzeni devam ediyor gördüğüm kadarıyla ve böyle açıklanıyor. Yani biz gerçekte OHAL altında mıyız, yeni 15 Temmuz tehlikeleri mi var, 15 Temmuz tehlikesi bu kadar uzun sürecek bir zaman dilimini kapsar mı, kısaca gerekçe bu olabilir mi? Ne düşünüyorsunuz?
ANIL ÇEÇEN- Efendim, bu sorunun cevabını aslında siz verdiniz, yani sorunun içinde cevap var. Evet geçmişten gelen bir süreç içerisinde OHAL kalkmış gibi görünüyor ama kararnamelerin devam ettiği ve kararnamelerin tercihen hukuk oluşturmak için sürdürüldüğü bir noktada, normal bir düzene geçmiş olduğumuzu söyleyemeyiz. Normal koşullarda, devletin ihtiyacı olan yasal düzenlemelerin meclisten yasa olarak çıkma şeklinde tecelli etmesi gerekirken, bunların hepsinin peş peşe kararnamelerle gündeme gelmesi, sanki bir acele durum varmış gibi bir yapıyı gündeme getirmekte. Konuşmamızın başında da ifade ettiğim gibi bu erken seçim süreci , Türkiye'ye resmen dışarıdan dayatılmıştır. ve bu sürece Türkiye sokularak, İran savaşı öncesi, Ortadoğuda beklenen sıcak çatışmalar öncesi, bir durumla karşı karşıya kaldığımızı görüyoruz. Ayrıca İngiltere ile Çİn arasında sağlanmış olan ittifak doğrultusunda, İran'ı ve Türkiye'yi merkezine koyan Yeni İpek Yolu'nun uygulanmasına geçmeden, bir an önce İsrail'in istediği değişikliklerle ABD'nin istediği yeni yapılanma doğrultusunda Türkiye'nin bölgesel yapılanmaya doğru yönlendirilmeye çalışıldığını görüyoruz. Bu açıdan baktığımız zaman, konuşmamızın başında da söylediğim gibi bu bölgesel ve uluslararası dinamiklerin hiç birisi bizim ulusal çıkarlarımızı yansıtmıyor. OHAL bitmiş görünüyor ana savaş koşullarında yeni bir CUHAL yani Cumhurbaşkanlığı konumu devam ediyor.
MUHALEFET OLMADIĞI İÇİN DEVLET TEHDİT ALTINDA
NURAY BAŞARAN-Ama bir yandan da buna paralel olarak ABD ile inanılmaz bir savaş ve çatışma mevcut.
ANIL ÇEÇEN- Bakın muhalefet olmadığı için biz bunları gündeme getiremiyoruz ve artık devlet ciddi tehdit altında kalıyor. tabi ki hükümet, devleti yöneten güç olarak şu aşamada ABD ile karşı karşıya gelmektedir ki, Cumhuriyet tarihi açısından baktığımız zaman, ya da Türk-Amerikan ilişkileri açısından konuyu ele aldığımız zaman Türkiye'nin en katı biçimde ABD ile karşı karşıya kaldığını açık bir şekilde ifade edebiliriz. Bu konuda -sizinle daha önce de paylaştım biliyorsunuz- bir uluslararası konjonktür var, bu uluslararası konjonktür de şu aşamada geçmişten gelen iki kutuplu dünya düzeninin Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla birlikte çöküş aşamasına geldiği noktada, ABD merkezli tek kutuplu bir dünya oluşturulmak istendi. Fakat bunun olamayacağı gündeme geldi. Bakın AB karşı, Rusya karşı, Çin karşı, İran karşı, Brezilya karşı. ABD merkezli batı hegemonyasını örgütleyen ve geçmişten gelen yapının bu gün devam edemeyeceği ortaya çıktığında; Brezilya'nın, Batı'nın içinden koparak Doğulu devletlerle beraber BRİCS örgütlenmesine gittiği bir dünya var ki, işte bu yeni dünyayı kavrayan bir Türkiye Cumhuriyeti'nin hükümeti adına biliyorsunuz Sayın Recep Tayyip Erdoğan Güney Afrika'ya gitti ve BRİCS zirvesine katıldı. Ki bence son derece doğru bir yaklaşımdır ve Türkiye bu konuda geç kalmıştır. Türkiye, batı ile ilişkilerine öncelik verdiği noktada, Türkiye'yi yöneten merkez sağ ve merkez sol partiler batı yörüngesi altında olduğu içindir ki, batının Türkiye ile ilişkilerinde Türkiye'yi sömürgeleştiren/sömürge konumuna getiren bu yaklaşımlara karşı çıkılmamıştır. Ya da bir alternatif inisiyatif maalesef şimdiye kadar Türkiye'yi yöneten iktidarlar tarafından yapılmamıştır. İşte ilk kez bu gün ki hükümet Batı'nın Türkiye'nin üzerine geldiği noktada, merkezi coğrafyada batı hegemonyasını korumak istedikleri, bu hegemonyayı korumak için gündeme getirdikleri plan ve projeler doğrultusunda Türkiye'yi komşularıyla karşı karşıya getiren, Türkiye'yi komşularıyla savaşa sürükleyen ve Türkiye'yi Batı hegemonyası doğrultusunda Doğu ülkeleriyle kapıştırmak isteyen süreçlere karşı, Türkiye şimdiye kadar pasif kalıyor ve bir şey yapmıyordu. Ama bugün ki hükümetin aktif davranarak alternatif bir yapılanma doğrultusunda artık Batı blokunun yeterli olmadığı noktada BRİCS ülkeleriyle bir araya geldiğini görüyoruz.
Bakın ekonomik krize sürükleniyoruz ve Batı ülkeleri hiçbir şekilde Türkiye'ye yardım etmiyorlar ve bu noktada Çin'in Türkiye'ye dış borçlarını karşılayacak kadar bir ekonomik yardımda bulunabileceği gibi bir yaklaşım gündeme geliyor. Bu doğrultuda Maliye Bakanı açıkça Çin'den destek alabileceklerini ve bu doğrultuda önümüzdeki dar boğazı Çin'den gelecek maddi destek ile aşabileceğimizi ifade etmiştir ki bütün bunlar yeni gelişmelerdir.
Şimdiye kadar Türkiye, ekonomik yardımı Batıdan aldı ama bu gün Batı'yla ters düştük ve karşı karşıya geldi. Bu gün AB'nin bugünkü haliyle Türkiye'yi Ortadoğu'da istemediğini, ABD'nin bugünkü haliyle Türkiyeyi Ortadoğu'da kullanmak istediğini, İsrail'in ise Kürdistan'ı kurdurarak bir federasyon/bölge devletine yöneldiği noktada, Türkiye'yi bu amaçla kullanarak Türkiye'nin mevcut yapısını bozmaya kalktığı bir noktada, artık gerçekler gizlenemez hale gelmiş ve Türkiye alternatif arayışına başlamıştır. Bu doğrultuda bir yandan BRİCS toplantılarına katılmak, öbür taraftan Şangay İşbirliği Örgütü ile diyalog kurmak, öbür yandan Rusya ile yakınlaşarak bir Avrasya dayanışması içerisinde Rusya-İran-Türkiye üçgeninde hareket etmek, ki biliyorsunuz Suriye meselesinin açılmasında, Astana zirvesinin açılması noktasında bu birliktelik gerçekleşmiştir. Yani yaşadığımız süreç içerisinde artık ABD merkezli ve Batı hükümranlığında bir yapılanmanın merkezi coğrafyada gerçekleşemeyeceği ama bu doğrultuda meydana gelen yeni dönemde tamamen diğer kutupların -Rusya'nın, Çin'in, İran'ın- yavaş yavaş merkezi coğrafyaya AB'nin müdahale etmeye başladıklarını görüyoruz.
TÜRKİYE’NİN BATI İTTİFAKI İLE YOLLARINI AYIRDIĞINI GÖRÜYORUZ
NURAY BAŞARAN -Peki, bu noktada Türkiye makas mı değiştiriyor? NATO'dan çıkalım sesleri yükseliyor. Avrasyacı bir yapıya mı geçiyoruz? Bunların hangisi doğrudur ?Hangi çizgide ya da nasıl yürümemiz lazım?
ANIL ÇEÇEN-Türkiye'yi kendi haline bıraksanız, Türkiye kurduğu bağlantılar çerçevesinde ahde vefa ilkesine uyan -ki bakın NATO üyeliğinden Türkiye çok büyük zarar görmüştür ama NATO'dan ayrılmaya yönelmemiştir, bu gün ABD'nin NATO'yu kullanarak Ortadoğu'da 3. Dünya Savaşı'nı başlatması noktasında Türkiye'nin NATO'daki durumunu komşularla savaşmamak için tekrardan değerlendirmesi gerekmektedir. Bu gün eğer Türkiye NATO'dan ayrılmayı tartışıyorsa, bu gün eğer BRİCS ülkeleri ile bir alternatifi arıyorsa, bu gün eğer Çin'den kredi sağlayarak ekonomik dar boğazı aşmak istiyorsa Türkiye'nin artık Batı ittifakıyla yollarının ayrıldığını görüyoruz ve Batı ittifakıyla Türkiye'nin gidemeyeceğini, geleceğe yönelemeyeceğini çok açık bir şekilde ortaya koyduğunu artık görüyoruz. Böyle bir noktada Türkiye kendisini kurtarmak, ekonomik dar boğazdan çıkmak, bölgede savaş riski taşıyan gelişmelere karşı diğer devletlerle işbirliği yaparak hareket etmek gibi bir durumda kaldığını görüyoruz. Efendim benim geçen senelerde yayınlanan "Türkiye'nin Konumu" isimli bir kitabım var, o kitabın sonuç kısmında şöyle bir başlıkla kitabı bitiriyorum: "Asıl oyun şimdi başlıyor." Yani SSCB varken, Soğuk Savaş döneminde bir çok konu gizlendi hep biz böyle iki kutuplu bir dünya varmış gibi gördük ama o noktada büyük devletler geleceğe dönük hazırlık yaptılar, orta büyüklükteki devletler yeniden bir durum değerlendirerek ulus devlet olarak kendilerini koruma noktasında yeni yaklaşımlar geliştirdiler. İşte biz de bir orta boyuttaki devlet olarak başlayan yeni dönemde, eskisi gibi güçlü konumumuzu korumak doğrultusunda güçlü bir alternatifi gündeme getirmemiz gerekiyordu ki Türkiye'nin esas sorunu budur. Yani bir 'B' planının Türkiye'de gerçekleşmemesi, geleceğe dönük bir milli planın uygulama alanına getirilmemesi ve emperyal devletlerin bu coğrafyayı, merkezi coğrafyayı savaş alanına dönüştürmemesi için uygulanacak olan bir bölgesel yapılanma doğrultusunda , Türkiye'nin bir ulusal projesini devreye sokamaması yüzünden bu gün maalesef içinden çıkılmaz bulunan bir kaotik ortama sürüklenmiş bulunuyoruz.
MUHALEFET ALTERNATİF YAPILANMAYI BİR AN ÖNCE ORTAYA KOYMALI
NURAY BAŞARAN-Ama hiçbir şey için de geç değildir biliyorsunuz.
ANIL ÇEÇEN-Evet, bunları konuştuğumuza göre geç değildir ama umarım, özellikle bu gün Türkiye'yi yöneten hükümetin ve hükümetin yönettiği devletin ve siyasetin bir parçası olan ana muhalefetin ve mecliste yer alan diğer partilerin bu gerçekleri tartışarak açık açık görüşerek, hem meclisteki halka açık oturumlarla, hem kamuoyunda halka açık bir şekilde hareket ederek, bir alternatif yapılanmayı bir an önce ortaya koymaları gerekiyor. Sonuç olarak şunu vurgulamak isterim; Türkiye kamuoyundan hiçbir şeyi gizlememeli, evet medya hep küresel sermayenin finansmanı doğrultusunda yönlendirildi ve böylece Türk halkından bir çok gerçek gizlendi. Türk halkından, Türk kamuoyundan gerçeklerin gizlenmemesi gerekmektedir. Bu doğrultuda yayın organlarının gerçekleri açıkça ortaya koymaları gerekmektedir ve yine bu doğrultuda tartışmaların yapılması gerekmektedir. Bu gün dünyanın nasıl bir konumda olduğunu, dünyayı yöneten güçlerin ne noktada olduklarını, geleceğe dönük ne gibi plan ve programları olduğunu, birbirlerine karşı ne gibi planlara başvurduklarını kendileri dışındaki diğer ülkelere plan ve programlarını uygularken ne gibi yollara başvurduklarını bilmek durumundayız ve ona göre önlemlerimizi almak durumundayız. Yani, bu çerçevede devleti yönetmek yetmez, devleti bir idari reformla güçlendirerek hareket edilmesi gerekiyor ama bu gün KHK'lara baktığımız noktada; bu yapılanmaya değil, maalesef bir bölgesel yapılanmaya öncelik verildiği görülmektedir.
Ayrıca hükümetin geleceğe dönük alternatif modelini kamuoyuna bir milli plan olarak açıklaması ve halka kabul ettirmesi gerekmektedir ve yine ana muhalefet konumunda olan, devleti kurmuş, Cumhuriyeti kurmuş olan Atatürk'ün partisiyle, milli devleti koruması gereken milliyetçi partinin de hazırlayacakları milli programların alternatif siyasi yapılanmaların kamuoyuna getirilmesi ve bu doğrultudaki tartışmalar sonucunda da Türkiye'nin yeni dönemdeki yolunu belirlemesi zorunlu hale gelmiştir. Eğer Türkiye, burada iktidar ve muhalefet birliğini sağlayamazsa, eğer Türkiye'de iktidar ve muhalefet tartışmaları giderek artan dozda siyasi krize yol açabilecek gelişmelerle karşı karşıya kalırsa, işte Türkiye'nin sonu maalesef böyle bir noktada gündeme gelebilir. Türkiye'yi böyle bir süreçten kurtarmak için bir an önce Türkiye'de iktidar ve muhalefetin, meclis çatısı altında yer alan partilerin, meclis dışındaki partilerin kısaca bütün toplum kesimlerinin ortak hedefler doğrultusunda birleşmesini sağlamak gerekmektedir.
Özellikle bu gün dünyanın içinde bulunduğu çok kutuplu yapılanmaların, alternatif yapılanmaların ve bölgesel yapılanmaların ve bu bölgeye yönelik emperyal plan ve projelerin açıklığa kavuşturulması ve bunların kamuoyu önünde açıkça tartışılarak Türk halkının bu doğrultuda bilinçlendirilmeleri gerekmektedir. Böyle bir bilinçlenme olursa, Türkiye'ye yönelik birçok plan ve program, komplo, siyasal oyun bozulabilecektir ve Türkiye ancak bu şekilde kendisini bir takım senaryolardan kurtararak daha istikrarlı bir şekilde devam edebilecektir.
BUGÜNKÜ İKTİDAR SEÇİMLE GELDİ SEÇİMLE GİTMELİDİR
NURAY BAŞARAN-O zaman muhalefet içerisindeki partilerde bu sancıyı ya da değişim isteğini ya da bu kavgayı,- artık adına ne diyorsanız- bu hareketlilikleri hayra mı yormak lazım?
ANIL ÇEÇEN-Tabi ki. Bakın ana muhalefet partisi yaklaşık 16 senedir yapılan hiç bir seçimi kazanmadı/kazanamadı. Eğer Türkiye'de ana muhalefet partisi seçim kazanamıyorsa önce onu halletmek gerekir, çünkü bu günkü iktidar seçimle geldi ve seçimle gitmelidir eğer demokrasi yaşayacaksa. Ama seçimle gitme şansı olmayan bir iktidar, gelecekte seçim dışı bir takım siyasi senaryolarla karşı karşıya kalırsa, işte o Türkiye'de bir takım siyasal krizler yaratabilir.
NURAY BAŞARAN-Böyle bir sıkıntı var mı şu anda?
ANIL ÇEÇEN-Ana muhalefet partisi ve yavru muhalefet partisi diyelim -milliyetçi parti- bu iki muhalefet partisi, Türkiye'nin geleceği için alternatif programlar ortaya koymazlarsa ve bu programları uygulamak üzere iktidara gelmezlerse ve böylesine bir iktidarı oluşturmak için bir araya gelerek ortak bir koalisyon programında anlaşmazlarsa, Türkiye alternatifsizlik nedeniyle bir çıkmaza sürüklenecektir. O zaman da işte, maalesef Türkiye üzerinde emperyal emelleri olan kesimlerin içimizdeki uzantıları, Türkiye'yi bir siyasal kriz üzerinden kaosa götürerek, Türkiye'nin dağılmasını ve yüz yıllık parantez olarak ifade ettikleri Türkiye Cumhuriyeti'nin 100. yılına varmadan ortadan kalkmasına kadar varabilecek bir takım kaotik durumları gündeme getirebileceklerini söyleyebilirim.
NURAY BAŞARAN -Hocam zaten son seçimde, az önce söylediğiniz muhalefet bir koalisyon kurmuştu ve adına da Millet İttifakı dedi. Ama başarılı olamadı. Fakat az önce siz de söylediniz, seçim gecesine dair spekülasyonlar çok yüksek. Tekrar böyle bir koalisyon kurulduğunda başarılamama ihtimali de masada. Burada çözüm görünüyor mu ?
ANIL ÇEÇEN-Şimdi efendim burada hukukçu olarak çelişkili bir durumdan bahsetmek istiyorum. İktidar partisi cumhurbaşkanlığı seçimi kazandı ama normal seçimi kazanamadı, normal seçim ortada kaldı.
İKTİDAR PARTİSİNİN OLUŞTURDUĞU HÜKÜMETTE MHP’Lİ BAKANLAR OLMALI
NURAY BAŞARAN-Nasıl yani?
ANIL ÇEÇEN-Yani normal seçimler sonucunda tek başına iktidar çoğunluğunu elde edecek 300+1 milletvekilini kazanabilecek bir konuma gelemedi.
NURAY BAŞARAN -Ama ittifak yaptığı partiyle bu sorunu gideriyor.
ANIL ÇEÇEN- Olay da burada zaten. Türkiye'de bir koalisyon olduğunu ifade etmek gerekir, ittifakı bir anlamda koalisyon olarak değerlendirmek gerekir. O zaman da iktidar partisinin oluşturduğu hükümetin içerisinde koalisyonu temsilen MHP'li bakanların olması gerekir.
NURAY BAŞARAN-Ama MHP lideri daha en başında, benim şahsıma hiçbir şekilde böyle bir teklifte bulunulamaz, MHP'li birisi de bu iktidarda bakan olarak görev alamaz diyerek bir tavır koyu ortaya.
SEÇİM CUMHURBAŞKANLIĞINDA KAZANILDI
HÜKÜMET KOALİSYON HÜKÜMETİ OLMALI
ANIL ÇEÇEN- Efendim bu konu anayasacılar tarafından tartışmalıdır. Burada oluşturulan başkanlık sistemi tek adam üzerinden ve o tek adamın hem Cumhurbaşkanı, hem parti başkanı olması üzerinden sağlanan bir yapıdır. Bu noktada o geleneksel parlamenter rejim var mı yok mu? Parlamenter rejimde yarıdan bir fazla oy alan iktidar olur, iktidar olabilmek için %50'nin üzerinde bir oy almak gerekir. Bu Cumhur başkanlığında sağlanmış görünüyor ama meclis seçim sonuçlarında bu sağlanmış görünmüyor. İşte ittifak üzerinden oluşturulan bu birlikteliği siz resmen koalisyona dönüştürmezseniz , o zaman eski parlamenter demokrasinin o anlam ifade eden yarıdan fazla yapının hükümete yansıması noktasında, madem fiili bir durum var, madem koalisyon olarak görünen bir birliktelik var ittifaktan gelen, o zaman ittifakı oluşturan milliyetçi partinin bazı temsilcilerinin de hükümette olması gerektiği çıkmaktadır. ki seçim öncesinde bu doğrultuda yapılan tartışmalarda, milliyetçi partinin aslında Cumhurbaşkanı yardımcısı da olabileceği söylenmiştir. Ama bugün cumhurbaşkanlığı yardımcılığına baktığımız zaman daha çok bürokrasiden ve teknokrasiden gelen bir kişinin tercih edildiği gündemdedir. Yani burada bizim yıllardır alışmış olduğumuz bu demokratik rejim içerisinde ki çoğunluğun yönettiği bir yapı olması gerekirken mecliste üç yüzün üzerinde milletvekili olmayan bir partinin cumhurbaşkanı üzerinden iktidarı ile karşı karşıyayız ki, bu normal demokratik rejimler açısından tartışma konusu olan bir sorundur.
NURAY BAŞARAN-Ama bu koalisyon ortağının bir tercihi gibi görünüyor. Yani Devlet Bahçeli bunu net bir şekilde açıklamıştı. Biliyorsunuz geçen hafta da tekrar bir araya geldi Sayın Erdoğan'la Sayın Bahçeli. Ve görüşme sonrasında Devlet Bahçeli cumhur ittifakının devam ettiğini ve bu ittifaka desteğinin devam ettiğini açıkça dile getirdi. Ancak hükümet koalisyonu uzak duruyor.
TÜRKİYE KOALİSYONU İHTİYAÇ
ANIL ÇEÇEN-Bu tespitler çerçevesinde sorunların daha fazla büyümemesi için, kaotik bir duruma sürüklenmemek için aslında meclisteki partiler arasında bir dayanışma olması gerektiğinin kanaatindeyim. Bakın Amerikan başkanı Türkiye’yi kamuoyu önünde suçladığı noktalarda, ya da Türkiye'ye yönelik sert açıklamalar yaptığı noktalarda meclisteki güneydoğu partisi hariç diğer partilerin yani şu an mecliste var olan iktidar partisi ve diğer üç partinin bir araya gelerek ortak hareket ettiğini ve ortak açıklamalar yaparak Amerikan emperyalizminin Türkiye aleyhinde ki açıklamalarına karşı ortak cevap verebildiklerini görüyoruz. Demek ki istenirse Türkiye'nin ortak çıkarları doğrultusunda meclisteki partiler bir araya gelebiliyorlar.
NURAY BAŞARAN-Peki o zaman meclisteki partiler bir araya gelirlerse, ülke de böyle kritik bir dönemden geçiyorsa, bu sistem ancak büyük bir koalisyonla mı yürüyebilir diyorsunuz?
ANIL ÇEÇEN-Bunu ilk kez sizin aracılığınızla açıklamak istiyorum. Şu an seçime giderken yapılmış olan o ittifak üzerinden bir fiili koalisyon durumunun devamı tartışmalı. Türkiye özellikle ekonomik kriz ve bölgede savaş riskinin tırmanması şimdiye kadar müttefik olduğu emperyal güçlerle ters düşmesi noktasında olağan üstü bir duruma sürüklenmesi noktasında, Türkiye'nin burada daha geniş bir koalisyona ihtiyacı vardır. Yani mecliste ulusal çıkarlar doğrultusunda bir araya gelen 4 partinin, belki Türkiye’nin yönetiminde de ortak hareket etmesi ve o noktada sorunların çözümünde bir dayanışma içerisine gidilmesi gerekiyor. Böylece partilerarası çekişme ve çatışmanın önlenebileceği ve partilerarası dayanışmanın giderek artacağı bir noktada, Türkiye'nin bu zor dönemeci aşması noktasında Türkiye'nin dönemeçte köşeyi dönerken dağılmaması, çözülmemesi için bir araya gelmesi ve bu noktada bir dayanışma içerisinde bu dönemeci aşması açısından daha geniş bir birlikteliğin gündeme getirilmesinde ve bu noktada alınacak önlemler doğrultusunda ortak bir hareketin dışarıya karşı emperyalizme karşı sergilenmesinde, hem Türkiye'nin ayakta kalması açısından hem de bölge barışı açısından yarar olduğu kanaatindeyim.
MİLLET OLARAK VAR OLMA YOK OLMA NOKTASINDAYIZ
NURAY BAŞARAN-Yani siz hükümetin yeniden kurulmasını ve dört partinin gerekirse temsilcilerinin hükümette, bakanlar kurulunda yer alarak temsil etmesi gerektiğini söylüyorsunuz.
ANIL ÇEÇEN-O zaman bir milli hükümet gündeme gelecektir çünkü millet olarak var olma yok olma noktasındayız. Milli devlet olarak çözülme noktasındayız ve emperyalizmin saldırısıyla Türkiye'nin giderek karşı karşıya kaldığı bir aşamada, bir iç savaş riskiyle, emperyal oyunlarla boğuşmak durumundayız. İşte bütün bunları önlemek için, belki daha geniş bir birliktelik nasıl sağlanabilir, dayanışma nasıl sağlanabilir bu gündeme gelebilir. Bu doğrultuda bir arayışta Türkiye açısından yararlı olacağı kanaatindeyim.
NURAY BAŞARAN -Milli hükümet kuşkusuz %50 + 1 aldığına göre R. Tayyip Erdoğan tarafından kurulması gerekir.
ANIL ÇEÇEN -Şu an %50 + 1 olayı ittifakla sağlandığı içindir ki, bu ittifaktan bir milli yapıya, milli-ulusal dayanışmaya geçiş noktasında önümüzdeki dönemde yani meclis ile cumhurbaşkanının koptuğu görülmektedir. Meclisin tatil edilerek bütün yetkilerin cumhurbaşkanında toplanması değil ama meclisle cumhurbaşkanlığının yan yana geldiği, ortak hareket ettiği, dayanışma içerisinde olduğunu görelim. Çünkü zaten meclisteki iktidar partisinin başında da cumhurbaşkanı var.
NURAY BAŞARAN-Bu noktada şunu sormak istiyorum. İktidar olmak öyle bir şeydir ki hiç kimseyle paylaşılamaz. Sayın Erdoğan yüzde %50 + 1 i almış bir kişi. Kendi partisi dururken ki aynı zamanda partinin Cumhurbaşkanı, niye başka partilerle iktidarı paylaşsın ya da koalisyon kursun? Bu biraz siyasete aykırı değil mi?
ANIL ÇEÇEN- Bu sorunuza şöyle cevap vermek isterim. Osmanlı'dan gelen geleneksel Türkiye'yi temsil ettiğini söyleyen güç merkezleri Türkiye'de Osmanlı ve Selçuklu'yu temsil ederken cumhuriyet rejimini atlarlar ya da karşılarına alırlar. Ama bugün geldiğimiz noktada Cumhuriyet Rejimiyle Osmanlı ve Selçuklu'yu birlikte ele almak zorunda kalan hükümeti destekleyen geleneksel kesimler, bugün toplumun artık bir bütün olarak hareket etmesi gerektiğini ortaya koyuyor. Çünkü Dünya'nın geleceği belli değil. Geçmişten bir yeni yapıya doğru gidiyoruz. Burada çok kutuplu bir durumla karşı karşıyayız. Kutuplar arası çekişmeler, ortaklıklar, çatışmalar, savaşlar Dünya'nın geleceğini belirler ama ne olacağını bilmediğimiz için buna dayanarak politika üretemeyiz. Böylesine bir belirsizlikle hem Türkiye hem bölge, hem Dünya karşı karşıya. Şu an Dünya'nın geleceğinde belirsizlik olduğu sürece, Türkiye gibi ülkeler birliklerini, bütünlüklerini parti politikaları üzerinden değil ülke politikaları, devlet politikaları üzerinden belirlemek durumundalar. O zaman devlet politikalarının belirlenmesi noktasında, iktidarın artık bir siyasi parti olarak değil, devleti yöneten güç olarak siyasetin içerisinde var olan partilerle birlikte Türkiye'nin geleceğini belirlemesinde yarar var. O zaman bu dar boğazı geçerken, bu dönemeci dönerken dağılma riskinden kurtuluruz. O zaman Türkiye birliğini ve bütünlüğünü korur, o zaman birliğini koruyan Türkiye'nin çıkarları doğrultusunda bir bölgesel plan ortaya çıkar ki, biliyorsunuz ben 15 sene önce bu konularla ilgili yayınlar yaptım kitaplar ortaya koydum. Türkiye'nin B Planı isimli kitabıma bakarsanız bir bölgesel planı biz pekala yapabiliriz.
NURAY BAŞARAN -Yani diyorsunuz ki bu gün partiler üstü, ülke çıkarlarını ve ülkenin var olup yok olma noktasında kurulması gereken bir hükümet mi?...
ANIL ÇEÇEN-Partilerüstü dersem yanlış anlaşılabilir. Burada OHAL ya da başka bir otoriter rejimmiş gibi ifade ediliyor. Bu nedenle partilerüstü değil, partilerin bir dayanışma ve bütünsellik içerisinde ortak hareket ettiği, nasıl ABD'nin bizi tehdit ettiği bir durumda dört parti bir araya gelip o açıklamayı yapıyorsa, aynı dört parti gelip diğer tehditler için de ortak bir zemin hazırlamalı. Ortak bir dayanışma düzeni içerisinde hareket ederek, geleceğe dönük Türkiye'nin bu gibi durumlarla karşılaşmamasını sağlayacak politikalar üretmeli. Ya böyle bir ulusal birlik ve bütünlük içerisinde devleti kuran parti ve milliyetçi parti iktidar partisiyle beraber olmalı ya da ana muhalefet partisi ve milliyetçi parti bu günkü gidişe karşı, dünyanın bizi karşı karşıya bıraktığı gelişmelere karşı ve emperyal güçlerin merkezi coğrafyaya karşı hükümranlık sürdürme girişimlerine karşı, Türkiye'nin kendisini toparlayıp yoluna devam edebilmesi noktasında hem devleti kuran partinin hem de milliyetçi partinin alternatif planları olmalı. Bu planlar doğrultusunda önümüzdeki dönemde Türkiye bir seçime daha gidecek, yerel seçimlere gidecek. Şimdi yerel seçimlere giderken orada belediye başkanlarının seçilmesi mi gündeme gelecek? Yoksa geçenlerde çıkan kararname doğrultusunda valilerin yetkilerinin artırıldığı bir noktada, gelecekte seçimle gelen belediye başkanlarının yerine seçimle gelen valiler mi olacak? Bu konu bile bu gün tedirginlik yaratmakta
NURAY BAŞARAN-Belediye başkanlığı ve yerel yönetimlerin seçilmesinin bu yeni sistemde bir değeri var mı?
ANIL ÇEÇEN- Efendim bakın, ekonomik kalkınma ajansları bir, büyükşehir kanunu iki ve valilerin yetkilerinin artırılmasıyla ilgili üç olmak üzere, bir anlamda bütün bunlar bir anlamda yerleşik yerel yönetimler düzeninin dışına çıkmaktadır. Peki, yerleşik yapının siz dışına çıkıyorsunuz ama nasıl bir yapıya doğru gidiyorsunuz/hedefliyorsunuz bu belli değil. Bunların konuşulması ve tartışılması gerekiyor. Biz o zaman yarın belediye başkanlarını seçerken kalıcı belediye başkanları olarak mı seçeceğiz? yoksa onları önümüzdeki seçimle gelen valiler düzeni içerisinde olabileceklerini dikkate alarak mı oy kullanacağız? Türk halkı seçimlere gitmeden önce bu konuda emin olmalı. Kararını vermeli ya da hükümet ya da meclisteki partilerin bir araya gelerek yapacağı değerlendirme noktasında Türkiye'nin seçimler yoluyla demokrasiye nasıl devam edeceği ortaya çıkmalı. Bu belirsizlikten Türk kamu oyunu kurtarmak gerekir, demokrasinin devamı açısından.
TÜRKİYE’NİN AYAKTA KALMA SEBEBİ PARA BASMA YETKİSİNİN ELİNDE OLMASIDIR
NURAY BAŞARAN -Demokrasinin devamı açısından cümlesini çok önemsiyorum, tehlike o kadar büyük mü?
ANIL ÇEÇEN- Şİmdi bakın, Türkiye Cumhuriyetinin yüz yıllık tarihine baktığımız zaman bir çok darbe senaryosuyla karşı karşıya kaldık. Bu gün ABD'de Pentagon'un Trump'a karşı darbe yapacağı konuşuluyor biliyorsunuz. Pentagon'un desteğiyle ABD'nin başına gelen Trump, emperyal politikalar ve güç merkezleri arasındaki çekişme ve çatışmalar dolayısıyla Pentagon'la ters düştü. Şimdi Pentagon'u kontrol edemiyor, Trump Pentagon'u kontrol edemiyor. Yarın silah kimde, yani sadece parayla iktidar çözülmüyor silah Pentagon'da olduğu için... Trump'ın önümüzdeki dönemde Nixon'a yapıldığı gibi empegamet dedikleri yargılama süreci üzerinden Trump'ın görevden alınabileceği söyleniyor. Ayrıca Avrupa ülkelerinde askeri müdahalelerden söz ediliyor. Biliyorsunuz İtalya çökmüş vaziyette, bitmiş vaziyette. Yunanistan çöktü, İspanya çöktü. Aslında bunlar hep AB üzerinden bir büyük entegrasyona yönelen ülkeler ama hepsi iflas ettiler. Çünkü o devletleri devlet olma hakkı olan para basma yetkisini ellerinden aldılar. Önceden para basma yetkisini kullanan devletler, para basıp yollarına devam ediyorlardı. Şuan Türkiye'nin ayakta kalmasının bir sebebi de para basma yetkisini elinde tuttuğu içindir. Eğer biz de Yunanistan gibi para basma yetkisinden vazgeçip Euro bölgesine girseydik, biz de çoktan ekonomik krizde darma duman olacaktık.
NURAY BAŞARAN -Bu askeri darbeler kısmını önemsiyorum ama son sistem değişikliği ile şöyle yeni bir gelişme oldu. TSK Milli Savunma Bakanlığına bağlandı. Bir önceki Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar da Milli Savunma Bakanı oldu. Bir nevi sivil hayata geçti ve demokratikleşmeyi kabul etti. Demokratikleşme modeli kabul edilip yumuşak bir geçiş sağlanmışken, yeniden bir askeri darbe senaryosu ya da korkusu veya alternatifiyle karşı karşıya mıyız?
SURİYE-İRAN-IRAK HATTINDA SAVAŞ RİSKİYLE KARŞI KARŞIYAYIZ
ANIL ÇEÇEN- Şöyle, ülkemiz açısından Türkiye açısından karşı karşıya değiliz. Ama ABD'nin İran'ı hedef göstermesi, Suriye'de anlaşma olmaması, Suriye Savaşı'nın devam ettirilerek Türkiye'nin güney sınırlarından rahatsız edilmesi, Irak'taki savaş sonrası durumda hala çözümün sağlanamaması, Türkiye'yi Suriye-İran-Irak hattında savaş riskiyle karşı karşıya bırakmaktadır. Ayrıca Rusya'nın Ortadoğu’ya inmesi, Doğu Akdeniz'e müdahale etmesi, Suriye'ye yerleşmesi, Kıbrıs Rum Kesimi'ne yerleşerek Doğu Akdeniz'deki enerji kaynakları üzerinde hak iddia etmeye başlaması noktasında, Rusya'nın da bu coğrafyada ABD'ye karşı, Batılı emperyal güçlere karşı bir Asya gücü olarak devreye girmesi noktasında... Bunlar hep potansiyel savaş nedenleri olarak gündeme gelmekte ve bizi zorlamakta.
Bakın Güney Kıbrıs'ta geçen hafta yapılan toplantıda İsrail Büyükelçisi, Türkiye ile İsrail'in savaşabileceğini söylüyor ve Türkiye'nin bir an önce Kuzey Kıbrıs’ı bırakmasını istiyor.
NURAY BAŞARAN –Mısır Büyükelçisi de buna katılmıştı
ANIL ÇEÇEN- Tabi, Mısır'da Ortadoğu'ya egemen olmak istediği noktada Türkiye'nin alternatifi olarak devreye giriyor. Benim bu konuyla ilgili son aylarda yazmış olduğum bir kitabım var. Ben orada açıkça yazdım, önümüzdeki dönemde Kıbrıs meselesi bir Türk-Yunan meselesi olmaktan çıkacak ve bir Rusya-İsrail meselesi olarak gündeme gelecektir. Kuzey Kıbrıs'a İsrail egemen olmak istiyor, Türkiye'yi dışlamak istiyor ve Rusya'da Ortodoks dayanışması içerisinde Rumların olduğu Güney Kıbrıs'a yerleşerek Kıbrıs adasını yönlendirmek istiyor.
NURAY BAŞARAN -Ama son dönem dış politikasında Putin'le beraber ABD siyasetini dengelemeye çalışan bir Türkiye var. O zaman bizim bu alternatifimiz de sıkıntılı mı?
ANIL ÇEÇEN-Ne açıdan?
NURAY BAŞARAN-Zaman zaman F-35 ve S-400 olayında bile bunu gördük ve hala F-35 ve S-400 üzerinden tartışma devam ediyor. ABD'nin bazı yaptırımları ve bölgede daha serbest hareket etmesini Rusya ile ilişki kurarak dengelemeye çalışıyoruz zaman zaman.
ANIL ÇEÇEN-Şimdi şunu iyi hatırlamak gerekir, Türkiye Cumhuriyeti kurulurken Atatürk Sovyetler'le diyalog kurmuştur. Sovyetler'e yakın bir Dışişleri Bakanı Atatürk zamanında 12 yıl görevde kalmış ve Türkiye ile Sovyetler arasında bir avrasya dayanışması sağlamışlardır. Ben bunu hep söylerim, Sovyet Devrimi olmasaydı, Türk Devrimi olmazdı. Sovyet Devrimi ile oluşan bir doğu gücü noktasında Tükriye doğu ile batı arasında denge kurabilmiştir. Sovyetler Birliği ortaya çıkmasaydı, Türkiye Batılı emperyal güçlerin işgali altında kalacaktı. Osmanlı'yı yenen Fransız-İngiliz orduları biliyorsunuz. Osmanlı'nın Ortadoğu toprakları üzerinden Anadolu'ya girmişlerdi ama işte tam o aşamada Sovyet Devriminin gerçekleşmesiyle Anadolu'ya giren Fransız ve İngiliz orduları geri çekilmek durumunda kalmışlar, Kafkasya'yı ve Hazar bölgesini ele geçiremedikleri içindir ki Sovyetler Birliği'nin oluşumuyla ortaya çıkan yeni durumda Türkiye Lozan'a giderken bir denge sağlayabilmiştir.
Bu gün de benzeri bir durum vardır. Türkiye Batılı emperyal güçlere karşı kendi varlığını korumak, Ortadoğu’ da barış içerisinde bir gelecek inşa etmek üzere mutlaka komşularıyla yakınlaşmak durumundadır. Türkiye, o nedenle ABD'nin istediği doğrultuda İran ile savaşamaz, Avrupa ülkelerinin istediği doğrultusunda Rusya'yla savaşamaz. Türkiye, İran ve Rusya'yla yakınlaşarak bölgesel ittifaklar oluşturmak durumundadır. Unutmayın Anadolu halkının Kuvayi Milliye Mücadelesine silah yardımı Sovyetler'den gelmiştir. Sovyetler'de eski Türk devletlerinin uzantısı olan topluluklar aralarında topladıkları ile silah alımını gerçekleştirip Anadolu'da yapılan Kurtuluş Savaşı'na destek olmuşlardır. Daha sonra Hindistan Müslümanları aynı şekilde örgütlenerek, Kurtuluş Savaşı'nı desteklemişlerdir. Biz böylesine bir merkezi coğrafyanın ortasındayız. SSCB ve Hindistan'dan gelen destekler olmasaydı, Anadolu halkı Kurtuluş Savaşı'nı yürütemezdi. O desteklerle sağlanan silahlar sayesinde Anadolu halkı Kurtuluş Savaşı vermiş, kazanmış ve bağımsızlığını dünyaya kabul ettirmiştir. Bunu bu gün de hatırlamak durumundayız. Coğrafya değişmedi. Rusya yerindedir, Türkiye yerindedir. Dünkü emperyal güçler de yerindedir ve üstüne üslük İsrail olgusuyla da karşı karşıyayız. Bunları hatırlayarak gerçekçi dış politika üretmek ve bölgedeki savaş politikalarının önünü kesmek açısından Türkiye'ye büyük yarar sağlayacaktır.
YENİ BİR KURTULUŞ SAVAŞI VERİLMEKTEDİR
NURAY BAŞARAN-Yeni bir kurtuluş savaşı mı başlıyor?
ANIL ÇEÇEN- Zaten yeni bir Kurtuluş Savaşı verilmektedir. Bu gün silahların kullanılmadığı ama kalemlerin, akılların kullanıldığı devlet akıllarının kullanıldığı bir savaş demeyelim ama bir mücadele ortamının tam ortasındayız. Jeopolitik gerçekler devam etmekte ve devletler de , ülkeler de, milletler de kendi varlıklarını korumak için her türlü yeni durumu da dikkate alarak yeni planlar ve politikalar da geliştirmektedir.
NURAY BAŞARAN- Ben bir süredir devlet aklını yazıyorum, siz de biliyorsunuz. Ancak bir süredir, ‘Bu devlet aklı gerçekten var mı Türkiye'de? Kaldı mı ?’ gibi birçok soruyla karşılaşıyorum. Az önce sizin de dile getirdiğiniz gibi, belki de parti devletine dönüştüğü için ve ülkede herkes bunu öngördüğü ve tespit edebildiği için devlet aklı şüphesi yaşıyor bazı kişiler ve bazı kesimler. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
ANIL ÇEÇEN-Şimdi, devlet aklı bizim bulduğumuz bir olay değil. Özellikle Batılı devletler Orta Çağ devletlerinden modern devletlere geçerken devletlerin kurulması sırasında, devletlerin örgütlenmesi sırasında, devletlerin geleceğe dönük bir kamu düzeni oluşturması noktasında var olan bilgi birikiminin kullanılmasına biz devlet aklı demişiz. Bu gün bakın Türkiye Cumhuriyeti denildiğinde, bin yıldır bu topraklarda var olan bir Türk hegemonyasından söz edebiliyorsak, bu bir siyasi birikimdir. Bu siyasi birikimin anlaşılması, dikkate alınması ve bugün değerlendirilmelerde öne çıkarılması da bir devlet aklıdır. Anadolu’da ben araştırmalarıma başlarken hep şu soruyu sordum kendime: "Türkiye neden böyle?" "Niye hem müslüman toplumuz hem laik devletiz?" "Niye hem Asyalıyız, hem Avrupalıyız?" "Neden bu gün jeopolitiğimiz böyle?" "Neden Osmanlı Balkanlardan çekilmiş ama Trakya bize bağlı kalmış?" "Neden bu coğrafyada Osmanlı yıkıldıktan sonra İngiltere, Fransa, ABD, Almanya Rusya kendi planları doğrultusunda yeni yapılanmaları araştırmışlar?" Bu sorulara cevap aradığınız ve araştırdığınız zaman görüyorsunuz ki, evet böyle bir coğrafya var ve böyle bir coğrafyanın ortasında biz devlet olarak varız, millet olarak varız. O zaman hem millet, hem devlet olarak kazandığımız hakları koruyacağız, geri adım atmayacağız, mevcut halimizden vazgeçmeyeceğiz. Bunu koruma noktasında korumak yetmez, pasif direniş-savunma yetmez. Değişen koşullarda, güçler arası denge düzeyinde biz de rakiplerimizle mücadele edeceğiz. Nasıl şirketler piyasayı ele geçirmek isterlerse, devletler de kendi ülkelerini genişletme noktasında komşu ülkeler üzerinde hak iddia edebilirler. Bizim üzerimizde hak iddia ediyorlar. Mesela Hristiyanlar, buraları Bizans'ın toprakları olarak görüyorlar ve o nedenle hak iddia ediyorlar. Ya da küçük İsrail , buraları büyük İsrail'in bir parçası olarak görüyor ve Siyonizmin egemenliği altına bizi almak istiyor. Bunlara onların hakkı varsa, o zaman bizim de bunlara karşı bizi ortadan kaldıran, bizi parçalayan gelişmeler karşısında, kazanılmış haklarımızı muhafaza etmemiz noktasında bizim de üzerimize düşeni yapmamız ve Türkiye'nin devamlılığı, devletin devamlılığı açısından da bunlar zorunlu görünmektedir. Bizlerin de hareketlerini diğer devletler ve milletler gibi sürdürmemiz gerektiği açıkça ortaya çıkmaktadır.
Ankara: 06 Ağustos 2018-Pazartesi
Kaynak: PROF. DR. ANIL ÇEÇEN: OHAL KALKTI AMA CUHAL DEVAM EDİYOR