29 Aralık 2018 Cumartesi

TÜRKİYE “B PLANI”NI ACİLEN UYGULAMALIDIR "Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN" (Ankara Kalesi No: 90)-"BÖLGESEL İTTİFAK FIRSATI KAÇIRILMAMALI" Amiral Soner Polat

ANKARA   KALESİ NO: 90
    
TÜRKİYE “B PLANI”NI  ACİLEN UYGULAMALIDIR
Prof. Dr. ANIL  ÇEÇEN
Merkezi coğrafyada yer alan ülkelerin durumu pek iyi görünmüyor . Eski Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisinde  yer alan  ülkelerin hiç birisinin durumu iyi görünmüyor .Türkiye dahil hepsini yeni bir var olma ve yok olma mücadelesinin beklediğini birbirini izleyen olaylar ortaya koyuyor . İki kutuplu dünyadan tek kutuplu yapılanmaya geçerken  geçmişten gelen sorunlar devam ederken ,şimdi çok kutuplu bir yapılanmaya doğru dünya konjonktürü sürüklenirken  eski meselelerin  daha da büyüyerek bölge ülkelerinin önüne çıktığı ve bu  aşamada bütün  eski Osmanlı ülkelerini teslim aldığı açıkca görülmektedir . Osmanlı hegemonyasını bitiren  Lozan Antlaşması öncesinde o dönemin iki büyük dünya gücü olarak bir araya gelerek bölge haritasını cetvelle çizen İngltere ve Fransa gbi devletlerin bugünün koşullarında ikinci plana sürüklenmesi , onların yerini Amerika Birleşik Devletleri ve İsrail gibi devletlerin alması yepyeni bir siyasi durum ortaya çıkarmakta  ve bu iki büyük güce sahip devlette bölgenin eski haritasını beğenmeyerek kendi haritalarını çizmeğe yöneldiklerinde  ciddi bir üçüncü dünya savaşı tehlikesini de beraberinde getiren bir çok olumsuz gelişme birbiri ardı sıra dünya gündemine gelerek  savaş riskini artırmaktadır . Bugünün koşullarında dünyanın en büyük gücü ABD ile onun uzantısı ve geleceğin patronu olmağa hazırlanan İsrail devletinin kesinlikle  Orta Doğu haritasını beğenmedikleri ve kendi çıkarları doğrultusunda bölgede Atlantikçi ve siyonist bir hegemonyayı beraberinde getirecek yeni bir  haritaya doğru  eski Osmanlı ülkelerini zorladıkları görülmektedir . Bu nedenle ,merkezi coğrafyada yer alan bütün ülkelerin sınırlarının kesin olmadığı ve gelecekte hepsinin yepyeni bir   haritaya doğru sürükleneceği  anlaşılmaktadır .
              Bütün dünya merkezi coğrafyayı  yalnızca Orta Doğu bölgesi olarak kabül ederken , eski Osmanlı hinterlandına egemen olmak isteyen Amerika Birleşik Devletlerinin  , Osmanlı İmparatorluğunun sınırları içerisinde yer alan  Kuzey Afrika ve Kafkasya bölgelerini de  merkezi alanda kabül  ederek  buna göre politikalar geliştirdiği görülmektedir . Yirmi birinci yüzyıla doğru dünya ilerlerken , küresel sermayenin desteği ile tek kutuplu bir dünya yaratmağa çalışan ABD ,bu konuda gecikerek başarılı olamayınca bu kez  karşısında yeni süper dünya güçleri ortaya çıkmış ve ABD merkezli  bölgesel dayatmalara karşı çıkarak ,Osmanlı imparatorluğundan geri kalan  topraklarda yeni bir batı hegemonyasının kurulmasına izin vermemişlerdir . Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra içine girilen küreselleşme  aşamasında  dünyanın yeni süper güçleri olarak Rusya,Çin ve Hindistan merkezi alan ile ilgili bütün gelişmelere yakından ilgi göstermeğe başlarken , Türkiye en kritik aşamada  İran’a karşı uygulananan yaptırımları  büyük güçlerin etkisinden kurtararak dengelemeğe çalışırken , Brezilya gibi yeni  bir büyük devin gücünden yararlanmağa çalışmıştır .Böylece ,ABD’nin onbinkilometre uzaklıktan gelerek bölgeye müdahil olması gibi, Brezilya’da benzeri uzaklıktan gelerek merkezi alanın yeni dengelerinde bir başka büyük güç olarak devreye girmiştir . Çekişme alanının yanıbaşında yer alan yeni büyük güçlere karşı Türkiye her zaman olduğu gibi ve Avrupa’nın dev ülkelerine karşı uzaktaki dev olan ABD’yi devrede tutma yaklaşımlarının  benzeri bir politikayı sürdürerek , farklı  bir başka uzak gücü devreye sokarak dengeleri yeniden oluşturmağa çaba göstermiştir . Rusya,Çin ve Hindistan üçlüsünün yanıbaşlarındaki merkezi coğrafya ile yakından ilgilenmeğe başlamaları üzerine ,Türkiye  karışan dengeler ve artan baskılar karşısında Brezilya gibi bir büyük oyuncuyu da devreye sokarak  çoklu dengelerde ulusal çıkarlarını koruyabilmenin çabası içerisinde olmuştur . Yeni ortaya çıkan güçler dengesinde ,öne geçen büyük devletlerin kendi çıkarları doğrultusundaki politikaları bölge ülkelerine baskı yaparak uygulatmak istemesi nedeniyle  ,soğuk savaş döneminde buzdolabına kaldırılmış olan bütün eski meseleler yeni sıcak konular olarak birer birer devreye girmişlerdir .
            Fransızların felaketler coğrafyası adını taktıkları  Avrasya kıtasının  geleceği giderek belirsizleşirken ,tek kutuplu dünyadan çok kutupluya doğru kaymakta olan dünya dengelerinde etkisini artırmak isteyen yeni büyük güçlerin de  eski Osmanlı hinterlandında  açıktan devreye girdikleri görülmektedir . Rusya yeniden Kafkaslar’da etkisini artırırken ,Çin bütün bölge ülkeleriyle ekonomik ilişkilerini hızla artırmakta ,Hindistan ise Basra körfezi üzerinden bölgeye girerek  Çin ve Rusya ile yeni bir rekabet düzenine hazırlanmaktadır . Bu aşamada Çin ile İran arasında ,Rusya ile Arap ülkeleri arasında  ve İsrail ile Hindistan arasında yeni yakınlaşmaların öne çıktığı ve bu doğrultuda bölgeye dönük  yeni girişimlerin tezgahlandığı anlaşılmaktadır . Bir büyük savaşa daha doğrusu üçüncü cihan savaşına doğru olaylar gelişirken ,bütün bu gibi olumsuz gelişmelerin yer aldığı coğrafyanın merkezi ülkesi olarak Türkiye’nin  bu baş döndürücü trafiğe ayak uyduramadığı ve batılı ülkelerin baskılarından kurtulamadığı için kendi güvenliğini sağlayacak ve kendi ulusal çıkarları doğrultusunda hareket ederek yeni bir bölgesel açılım yapamadığı  üzülerek görülmektedir . Bir türlü Amerika Birleşik Devletleri ,Avrupa Birliği ve İsrail taşeronluğundan kurtulamayan Türkiye Cumhuriyetinin , üçüncü dünya savaşının potansiyel alanındaki varlığını güvenceye almakta zorlandığı , dış baskılar yüzünden kendi çıkarlarının gerektirdiği adımları bir türlü atamadığı ,başka ülkelerin belirlediği gündemin ortaya çıkardığı olaylar zinciri içerisinde  sağa ve sola sürüklenerek ,doğru dürüst bir plana dayanan tutarlı bir dış politika uygulayamadığı görülmektedir . Soğuk savaş döneminin sona erdiğini anlamakta fazlasıyla geç kalan Türkiye Cumhuriyetinin hala ABD merkezli dünya devam ediyormuş gibi hareket etmesi yüzünden çok kutuplu dünya dengelerinin oraya çıkardığı fırsatlardan yararlanamadığı açıkca görülmektedir .Türkiye orta boy bir ülke olarak sahip olduğu jeopolitik konumunun gerektirdiği stratejik açılımları ulusal çıkarları doğrultusunda yapamadığı için ,hala bu bölgede oynananmakta olan büyük oyunda kaybeden konumunu sürdürmekte ve bu durumdan fazlasıyla da zarar görmektedir .
           Başkalarının hazırladığı plan ve projelerin arkasında koşmaktan bir türlü kurtulamayan Türk devletinin son zamanlarda ciddi yorgunluk sinyalleri vermeğe başladığı  ,batılı dost ve müttefik ülkeler uğruna katlanılan bir çok  olumsuz gelişmede ciddi ulusal çıkar kayıplarına uğradığı görülmektedir . Bu yüzden  bir türlü toparlanamayan Türkiye Cumhuriyeti yeni bir genel seçim sürecinde  farklı bir anayasal yapılanmaya doğru dış baskılarla sürüklenerek  iyice  tasfiye edilme noktasına doğru zorlandığı  inkar edilemiyecek derecede   gözlemlenmektedir . Merkezi gücünün tasfiye edilmesiyle , başkentin İstanbul’a taşınarak küresel sermayenin güdümüne teslim olunmasıyla ,güneydoğu bölgesi üzerinden eyalet sistemi ve federasyon yapılanmasının zorlanmasıyla ,Türkiye Cumhuriyeti güçlü bir ulus devlet olarak bu bölgede kendi ulusal planını uygulayamıyacak bir dağılma sürecine doğru dış baskılar ve emperyal güdümlemeler ile yönlendirilmektedir . Dünyanın her bölgsinde otorite boşluklarının ortaya çıkması nedeniyle güç merkezleri nasıl bir hegemonya mücadelesine girişirse , Osmanlı hinterlandında da böylesine bir hegemonya  çekişmesi giderek tırmanmakta ve bir üçüncü dünya savaşı tehlikesini de beraberinde  öne çıkarmaktadır . Bölge ülkeleriyle beraber bütün dünyayı yakından ilgilendiren üçüncü dünya savaşı tehlikesi beraberinde nükleer silahların kullanılması meselesini de getirdiği için , bütün dünyanın var olup olmaması gibi çok kritik bir sorunla karşı karşıya kalınmaktadır . Orta Doğu’da başlayacak bir nükleer savaşın hemen bir üçüncü dünya savaşına dönüşmesi , Asya kıtasının tamamı ile beraber batı bölgesindeki ülkeleri de  işin içine çekmesi ihtimali açıkca görülmektedir . Kuzey Kore gibi çok küçük bir ülkenin  nükleer silaha sahip olması ve ABD’yi tehdit etmesi dünya dengeleri nedeniyle diğer büyük ülkeler tarafından desteklenmektedir . Sadece İran bir nükleer tehdit değil ama öncelikli İsrail’in büyük bir nükleer tehdit olarak dünya barışını  tehlikeye soktuğu görülmekte ve bu yüzden Kuzey Kore kozu zaman zaman ısıtılarak dünya gündemine getirilmektedir .
            İkinci dünya savaşı sonrasında sürekli olarak batılı müttefikleri yüzünden savaş tehlikesi altında kalan Türkiye Cumhuriyetinin yeni dönemde , batılı hegemonya planlarının arkasına takılıp gitmesi artık düşünülemez bir aşamaya gelmiştir . Türkiye Cumhuriyeti b.u aşamadan sonra Amerika Birleşik Devletlerinin   merkezi askeri üssü ,İsrail’in güvenlik  şemsiyesi , Avrupa Birliğinin ise ileri karakolu ya da  doğdu köprüsü oarak kullanılamaz bir noktaya gelmiştir . Sürekli olarak batılı müttefikler kendi çıkarları doğrultusunda  Türkiye’yi kullanmağa devam ettikleri sürece ,Türkiye Cumhuriyeti ile batılı  ülkelerin yolları birbirinden ayrılacaktır . Küresel sermayenin güdümündeki Türkiye medyası üzerinden Türk kamu oyu son  çeyrek asırda  soğuk savaş döneminin korku masalları ile uyutulmağa çalışılmış ama bu gibi girişimlerin de sonu gelmiştir . Sürekli olarak aynı kişilerin her gece aynı medya kanallarına çıkarak papağan gibi batı hegemonya planlarını tekrar etmesi de   ,Türk halkı üzerinde  bıktırıcı bir etki yapmakta  ve halkın çoğunluğunun batı karşıtı bir çizgiye yönelmesine  yol açmaktadır . Batılı ülkeler de tam bu aşamada dini bir siyasal silah olarak öne çıkararak , giderek  antiemperyalist bir çizgiye yönelen Türk halkının kontrol edilmesi ve cemaatlar üzerinden baskı altına alınması gibi yeni yöntemleri ,ılımlı İslam ya da  Büyük Orta Doğu projesi gibi emperyalist yaklaşımlar çerçevesinde  öne çıkararak Türkiye’nin kendilerinden ayrı bir yola kaymasını önlemeğe çalışmaktadırlar . Ilımlı İslam bir ABD projesi olarak devreye sokulurken , laik ve çağdaş bir cumhuriyet olan Türk devletinin kendi ulusal çıkarları doğrultusunda   milli bir dış politika uygulamasının önü kesilmeğe çalışılmaktadır . Türk toplumunun büyük çoğunluğunun Müslüman olmasından yararlanılarak geliştirilmek istenen bu yeni emperyalist politikanın  Türk milli devleti için ne kadar tehlikeli olduğu ,son dönemdeki gelişmeler ile  açıkca ortaya çıkmış ,dinin siyasallaştırılması sürecinde Türkiye’nin bir milli devlet olarak sahip olduğu   ulusal çıkarları sürekli olarak  göz ardı edilmiştir . Türk devleti  batılı müttefiklerinden ayrı bazı girişimleri kendi çıkarları doğrultusunda gündeme getirdiği zaman sürekli olarak batı dünyası tarafından  küçümsenmiş ve karalanarak önü kesilmek istenmiştir . Son yıllarda  bu doğrultuda bir çok olayın ortaya çıkması üzerine Türk devleti giderek batılı müttefiklerinden daha ayrı bir politika izlemeğe başlaması üzerine de  eksen kayması ve batı düşmanlığı gibi gerçek dışı suçlamalar ile karşı karşıya kalmıştır . Batılı emperyal güçler yüzyıllarca dünya ülkelerini sömürerek bir kukla durumuna düşürdükleri için aynı alışkanlıklarını Türkiye üzerinde de denemek istemişler ama bu gibi iki yüzlü ve çifte standartlı yaklaşımların Atatürk’ün ülkesinden geri döndüğünü  artık görmek durumunda kalmışlardır . Türkiye daha fazla batılı ülkelerin hatırı için  kendi çıkarlarından taviz veremez  bir noktaya gelmiştir . Son yıllardaki  olumsuz gelişmelerden sonra artık hiçbir batılı ülke Türk devletinden Türk ulusunun çıkarlarına ters düşecek düzeyde bir adım atmasını beklememelidir .
            Genel seçimlere giderken yeni bir anayasa  taleplerinin öne çıkarılması ve en kritik aşamada  yeni anayasa üzerinden devlet yapısının değiştirilmek istenmesi batı emperyalizmin yeni bir oyunu olarak devreye sürülmek istenmektedir . Bütün dünya üçüncü dünya savaşına sürüklenirken ,bu savaşın  alanı haline düşen Türkiye Cumhuriyetinin  devlet yapısını değiştirmesi kesinlikle ulusal çıkarlarına aykırıdır. Yeni bir anayasa ile devlet yapısı değiştirildiği  zaman  ,Türk devleti yeniden ABD’nin merkezi askeri üssü , Avrupa Birliğinin gene eskisi gibi  doğuya açılan Asya köprüsü , ya da  İsrail’i Arap ve İslam dünyasına karşı koruyacak bir güvenlik şemsiyesi gibi kullanılmağa devam edecek gibi görünmektedir . Hiçbir siyasi parti ya da iktidarın savaş öncesi bir dönemde yeni anayasa görünümü ile  ulusal,üniter ve merkezi Türk devletini tasfiye etme lüksünün bulunmaması gerekir . Kim ki böyle bir adım atar ,o zaman Türkiye Cumhuriyeti devletinin sona ermesinden anayasal düzen ve hukuk devleti çatısı altında sorumluluğu üstlenmek zorunda kalır . Bütün hukuk kurumlarının ve siyasal merkezlerin öncelikle bilmesi gereken durum budur . Türk devleti doksan yıllık ömrünü bir hukuk devleti çatısı altında bugünlere kadar getirmiştir . Her devlet anayasasında değişiklikler yapabilir . Normal koşullar altında değişen koşullara uygun olarak anayasalar değiştirilebilir . Türkiye Cumhuriyeti de son yirmi yılda on kez anayasasının değiştirmiştir . Ne var ki , tam savaş koşulları tırmanırken savaş öncesi bir dönemde devlet yapısını değiştirecek derecede yepyeni bir anayasa yapılamaz ,eğer bu yo denenerek yapılmağa çalışılırsa o zaman Türkiye Cumhuriyeti devletinin sonu ilan edilmiş olur . Var olan anayasal düzen ve hukuk devleti çatısı altında  herhangi bir siyasal merkezin ya da partinin böylesine bir  serüvene soyunmasını beklemek gerçeklere aykırı olacaktır . Tersi bir durum üçüncü dünya savaşı öncesinde  Türk devletinin ortadan kalkmasına ve savaş alanının önünün açılmasına giden yolu açacaktır ki , kendisini Türk olarak gören hiçbir siyasal gücün böylesine bir maceraya kalkışarak  dünya barışını tehlikeye atması beklenemez . Türkiyelilik tartışmalarını  bu doğrultuda ele almak ve Türk ulusunun çıkarları dışında Türkiye’deki siyasal güçleri maceraya atmak  gibi olumsuz senaryolar doğrultusunda değerlendirmek mümkündür .
        Türkiye Cumhuriyeti ulus devleti sahip olduğu anayasal düzen ve hukuk devleti çatısı altında öncelikle merkezi gücünü artırabilmenin yollarını aramak durumundadır . Tam bu aşamada kamu kurumlarının İstanbul’a taşınmak istenmesi , Türk devletinin merkezi gücünün toparlanması çabalarının önlenmesi anlamına gelmekte ve Türkiye’nin ulusal çıkarlarına ters düştüğü gibi  küresel sermayenin Bizans yapılanması üzerinden Avrasya’daki üçüncü dünya savaşını ekonomik açıdan yönlendirmesi anlamına gelmektedir . Hiçbir ekonomik gücün ya da emperyal merkezin savaş koşullarında Türkiye’nin başkentindeki  merkezi yapılanmasını tasfiye etme ya da  boşaltma hakkı yoktur .Bu aşamada küresel sermaye ile Türk ulusunun çıkarları ters düşmekte ve Türk milletinin ulus devletinin başkenti , küresel sermayenin İstanbul’daki yeni Bizans yapılanması yüzünden  devre dışı bırakılmak istenmektedir . Merkezi coğrafyanın tam ortasındaki Türk devletinin kendi ülkesi ve milletiyle bir bütün olarak üçüncü dünya savaşı tehlikesinden kurtulabilmesi için  daha güçlü bir merkezi yapılanma ile hareket etmesi gerekirken ,bunun tamamen tersi bir doğrultuda başkentini tasfiyeye yönlendirilmesi hem savaş sürecini önünü açacak hem de  bir nükleer çatışma ile bütün dünyanın yok olmasına neden olabilecektir . Kendini bilen hiçbir ciddi ülkenin kabül etmeyeceği bir başkent taşınmasına Türk ulusu tam üçüncü dünya savaşı öncesinde izin veremez .Yapılması gereken başkentin İstanbul’a taşınması değil ama , Ankara’daki merkezi devlet yapılanmasının daha da güçlendirilmesidir . Dünya tarihinde bütün savaşları güçlü merkezlerin kazandıkları görülmektedir . Bir ulusal kurtuluş savaşı sonrasında kurulmuş olan Türk devletinin böylesine bir tarihi ve bilimsel gerçekliğin dışında hareket etmesini beklemek gerçekci  olmayacaktır . Siyasilerin bu tür maceracı girişimlerine Türk halkının ulusal insiyatifi izin vermeyecektir . Türkiye’nin acil gündeme üçüncü dünya savaşının önlenmesi olduğu için ,ilk atılacak adım ,milli bir idari reform ile başkentteki Türkiye Cumhuriyeti devletinin merkezi gücünü artırmak olacaktır . O zaman , Türkiye’nin savaşa karşı çıkmak ve direnmek gücü daha artacak ve Türk devleti güçlü bir arabulucu olarak her zaman devreye girerek bütün dünyayı bir üçüncü dünya savaşı belasına karşı  daha güçlü bir biçimde  koruyabilecektir .
        Daha önceleri  ulusal güçler tarafından öne sürülmüş olan Güçlü Türkiye- 2023 Milli Programının acil bir idari reform ile  devreye sokulması , var olan devlet yapısını ciddi anlamda tehlikeye sokabilecek  yeni anayasa peşinde koşmaktan  vazgeçerek  söz konusu milli idari reform ile  Türkiye Cumhuriyetinin savaşa karşı  çıkan gücünün her açıdan takviye edilmesi gerekmektedir . Var olan devlet yapısının yüz milyonluk bir nüfusa sahip olacak Türk devletinin gereksinmeleri doğrultusunda yenilenmesi ,merkezdeki kamu kurumlarının güçlendirilmesiyle beraber taşra teşkilatında da  gereksinme duyulan yeni adımların atılması gerekmektedir . Giderek artan nüfusun gereksinmelerinin karşılanması doğrultusunda  yerel yönetimlerin yetkilerinin bazı açılardan artırılmasında kamu düzeni açısından ulusal yararlar olabilecektir . Ne var ki , yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılması  sırasında merkezin tasfiyesi deği l,l ama tamamen tersine güçlendirilmiş yerel yönetimleri kontrol altında tutabilecek düzeyde  daha güçlü bir merkezi yapılanmanın başkent Ankara’da gerçekleştirilmesi gerekmektedir . Daha önceki dönemlerde gündeme getirilmiş olan Mehtap ve Kaya projeleriyle beraber İdari reform taslakları incelendiği zaman  Türkiye’nini kendi çözümlerinin olduğu görülecek , batılı güç merkezlerinin dayattığı  yabancı taslakların Türkiye’nin koşullarına uymadığı aksine ,emperyalizmin çıkarları doğrultusunda Türk devletini dönüştürmeğe çalıştığı daha kolay anlaşılacaktır . Türk devleti ,başkentindeki merkezi yapılanmasını günün gereksinmeleri doğrultusunda daha da güçlendirerek , Misakı Milli sınırları içerisindeki Türk ülkesinin kontrolunu bağımsız bir devlete uygun bir biçimde elinde tutabilecektir . Ekonominin yeniden devletin eline verilmesi ,kamu ekonomik kuruluşlarının yeniden kurulması ,küresel sermayeye karşı direnen Türk devletinin ekonomik gücünün artırılması ,özelleştirilen ekonomik kuruluşların tıpkı Atatürk döneminde olduğu gb yeniden uluslaştırılması ya da devletleştirilmesi  , Türkiye’nin de Yunanistan ya da diğer Akdeniz ülkeleri gibi çökmemesi için  acilen zorunlu görünmektedir . Ekonomik gelir kaynaklarını yabancılara  devreden -Türk devletinin sürekli olarak akaryakıt zammı yapmak zorunda kalması  ya da  ülkede ekonomik yatırım yapamaz  durumlara sürüklenmesi gibi bir çıkmaz ,devletin yeniden gelir kaynakları ile donatılması sayesinde önlenebilecektir . Dışa açılma ve küresel ekonomi ile bütünleşme ,Türk devletini yarı sömürge konumuna sürüklemiş ve Türk halkını ciddi bir yoksulluk çıkmazına  itmiştir . Arap ülkelerindeki gibi bir yoksullar ayaklanmasının önlenebilmesi için  ,devletin yeniden  ülkenin gelir kaynaklarına  ve yer altı zenginliklerine sahip olarak daha adil bir gelir dağılımı düzeni kurması acilen zorunlu görünmektedir . Merkezini ve ekonomisini güçlendirecek bir Türk devletinin savaş sürecinde bölgede barışı tesis edecek en önemli  ülke konumuna geleceği açıktır .
        Merkezi bölgeye sızmak için sürekli olarak terörü kullanan batı emperyalizmi ve İsrail siyonizmine karşı bütün bölge ülkelerinin  bir araya gelerek  ciddi bir ittifak içerisine girmeleri gerekmektedir . Lübnan’ı bir terör üssüne çevirerek merkezi coğrafyaya terörist hareketler üzerinden  egemen olmak isteyen emperyal güçlere karşı  , eski Osmanlı ve Selçuklu ülkelerinin  bir dayanışma ve kardeşlik düzeni  içerisine girerek  tıpkı  Avrupa Birliği gibi Merkezi devletler Birliği’ni kurmalarının zamanı çoktan gelmiş ve geçmektedir . Tam bu aşamada ,Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Büyük Atatürk’ün ikinci dünya savaşını önleyebilmek üzere gündeme getirdiği ,Sadabat Paktı ve Balkan Paktı girişimlerini yeniden gündeme getirmekte  ve bütün eski Osmanlı ve Selçuklu  devletlerini merkezi Devletler Birliği adı altında birleştirmekte hem ulusal hem bölgesel hem de dünya barışı açısından küresel yararlar bulunmaktadır. Kendi çıkarları doğrultusunda savaş kışkırtıcılığı yapan lobilere karşı evrensel ve bölgesel barıştan yana olan bütün merkezi coğrafya devletlerinin bir araya gelerek Avrupa Birliği gibi bir bölgesel oluşumu Merkezi Devletler Birliği adı altında örgütlemelerinin zorunluluğu her geçen gün daha da artmaktadır .Osmanlı İmparatorluğunun ortadan kalkması nedeniyle ortya çıkan otorite boşluğunun doldurulabilmesi doğrultusunda bölgenin iki büyük devleti olan İran ve Türkiye tıpkı Sadabat paktının kuruluşu günlerinde olduğu gibi bir araya gelecek  , ikinci  bir Bakü Kurultayı  düzenleyerek merkezi coğrafyada bulunan bütün devletleri bir bölgesel birlik çatısı altında  dışa ve emperyal saldırıları karşı birleşmelerinin önünü açarak  terör üzerinden üçüncü dünya savaşına giden yolun önünü keseceklerdir . Bunun için tıpkı Nato gibi bir  yeni bir askeri bölgesel yapılanmaya  acilen gerek bulunmaktadır . Daha önceki örnekde olduğu gibi ikinci kez bin Cento yapılanması Türkiye ve İran işbirliği çerçevesinde gerçekleştirilebilir ,Nato’nun batı emperyalizminin  hegemonya örgütüne dönüştüğü bu aşamada ikinci kez kurulacak olan Cento örgütü merkezi coğrafya da terör ve savaş tehditlerine karşı bölgesel  güvenliği gündeme getirebilecektir . Tunus’ta başlamış olan ayaklanma hareketlerinin ,Lübnan,Ürdün,İran ya da diğer bölge  ülkeleri üzerinden karışıklık ve terör yaratması ,İsrail  ve ABD gibi savaş isteyen ülkelerin bu durumlardan yararlanmağa çalışması girişimlerinin önünün kesilebilmesi için  mutlaka bölge ülkelerinin yeni bir bölgesel savunma paktı kurmalarının zamanı gelmiştir . Nato savunma örgütünden saldırı örgütüne dönüşürken , yeni Cento gereksinme duyulan bölgesel savunmayı bütün bölge ülkelerini çatısı altında bir araya getirerek sağlayacaktır . İran ve Türkiye’nin öncülüğünde toplanacak ikinci Bakü Kurultayı ,Merkezi Devletler Birliğine gidecek yolu açarken ,yeni Cento’nun kurulmasını sağlayarak da bölge ve dünyayı tehdit eden üçüncü dünya savaşı sürecinin önünü kesebilecektir . İran’ın tek başına dünya ile karşı karşıya kalması böylece önlenebilecek ,bölge ülkelerinin dayanışması ile İran  ile batı dünyası ilişkileri dengelenebilecek , İsrail ve İran çatışmasına ya da İsrail ile Hizbullah üzerinden bölge savaşına izin verilmeyecektir . Böylesine bir adım atılması için zaman çoktan gelmiş ve geçmektedir . Bu doğrultuda bugün yeni adımlar atılmazsa yarın çok geç olabilecektir . İsrail’in ya da Hizbullah’ın hiç söz dinlemeyen  tutumları devam edip gittiği sürece  her an bir çılgınlık ortaya çıkabilecektir . Bölgenin çeşitli ülkelerinde böylesine çılgınlığa elverişli çeşitli terörist hareketlerin birbirini izlemesi barış umutlarının her geçen gün daha da azalmasına neden olmaktadır .Tunus ve Lübnan’daki son gelişmeler  bölgede savaş öncesi istikrarsızlık isteyenlerin beklentilerini  gerçekleştirirken , bir İsrail ve İran savaşının haberciliğini yapmaktadırlar .
                   Türkiye Cumhuriyeti ,dünyanın merkezi coğrafyasında yer alan orta boy bir devlet olarak sahip olduğu jeopolitik konumunu kendi ulusal çıkarları doğrultusunda kullanabildiği sürece  hem  bağımsız devlet olarak varlığını koruyabilecek hem de  bölgede kendisini tehdit etmekte olan bütün terör ve savaş tehditlerine karşı kendisini  savunabilecektir .Binleşmiş Milletler ve bütün uluslar arası kuruluşların ciddi bir üyesi olarak Türkiye Cumhuriyeti  bölgesinde olduğu kadar dünya barışı için evrensel düzeyde de etkinliklerini artırmak zorundadır . ABD ve İsrail gibi Birleşmiş Milletler kararlarını dinlemeyen ülkelerin baskılarına karşı Türkiye Cumhuriyeti diğer büyük devletler ve ülkeler ile yakın ilişkiler oluşturarak uluslar arası konjonktürde ağırlık sağlamalı ve bu yollardan savaş sürecinin önünü kesebilmelidir . Batılı müttefiklerin baskılarıyla şimdiye kadar uygulanan yol ve yöntemlerden bir sonuç çıkmadığına göre ,Türkiye Cumhuriyeti kendisini geleceğin dünyasında var edebilecek ve  bulunduğu bölgede bir cihan savaşını önleyebilecek doğrultuda  B planını acilen devreye sokabilmelidir .Türkiye kendisini yenileyebilecek güce sahiptir .Bölgesel barış ve güvenlik işbirliği için bütün komşularıyla bir araya gelerek ortak hareket edebilmenin yollarını aramalıdır .Başlatılmış olan komşularla sıfır sorun politikaları ile tam anlamıyla bir sonuç alınamamıştır . Bu tür girişimlerin kalıcı ittifaklara ve bölgesel güvenlik şemsiyesine gidebileceği yolların da açılması gerekmektedir . Anlaşmazlıklar sıfır sorun çizgisinde ele alınırken , kalıcı ittifaklara ve  bölgesel güvenlik şemsiyesinin   oluşturulmasına da öncelik tanınmalıdır .Türkiye sadece İran ile değil ama , Azerbaycan,Gürcistan,Suriye,Irak ve Ürdün gibi ülkeler ile başlatmış olduğu yakın temasları bölgedeki terör ve savaş risklerini ortadan kaldıracak derecede bir kalıcı işbirliği ve dayanışma düzenine dönüştürebilmenin yollarını aramalı ve acilen B planı olarak  Merkezi Devletler Birliği ya da Cento  adı ile anılacak bir güvenlik yapılanmasını devreye sokabilmelidir . Bütün dünyayı bir nükleer yokoluşa götürebilecek bir üçüncü dünya savaşı tehlikesi ancak bu yoldan önlenebilecektir . Barıştan yana olan bütün dünya ülkeleri de, merkezi coğrafyada gerçekleştirilecek böylesine bir  bölgesel  barış oluşumunu sonuna kadar destekleyeceklerdir . Bütün A planlarının bittiği bu aşamada böylesine bir B planının acilen devreye sokulması, dünya güvenliği açısından zorunlu bulunmaktadır.
         NOT:  B  planı ile ilgili olarak daha önce yayınlanmış olan “TÜRKİYE’NİN  B  PLANI" isimli kitabım ile diğer kitaplarıma  ve   "Kemalist yaklasim.info" adını taşıyan internet sitesindeki  üç yüze yakın makalem incelenebilir .          
BÖLGESEL İTTİFAK FIRSATI KAÇIRILMAMALI
Amiral Soner Polat
ABD’nin, daha doğrusu Başkan Trump’ın, derin devlete rağmen (establishment) Suriye’den asker çekme kararı tüm dengeleri yerinden oynattı. Suriye’nin kuzeyinde bir güç boşluğu (power vacuum) ortaya çıktı. Kuraldır. Strateji boşluk kabul etmez. Aktörler en kısa zamanda bu boşluğu kendi çıkarları doğrultusunda doldurmak için harekete geçer. Bu yeni oyunda güç dengelerinin nasıl şekilleneceğini tarafların siyasi hedefleri belirler. Farklı siyasi hedefler beklenmedik pazarlıklara neden olur. Aynı zamanda aktörlerin ittifak arayışı da olayların seyrini etkiler.
TÜRKİYE İÇİN ÖNCELİKLİ TEHDİT
Türkiye açısından bakıldığında öncelikli tehdit PKK ve kurulması hedeflenen özerk ya da konfederal terör devletçiğidir. Eğer bu terör yapılanması temelden yok edilebilirse, bu durum Kuzey Irak’taki bağımsızlık rüzgârlarının şiddetini ciddi oranda azaltır. Bilindiği gibi Suriye ve Irak arasındaki PKK geçişkenliği yüksek düzeydedir. Bu nedenle PKK’lı teröristler nötralize edilmeli, silah, cephane, askeri teçhizat depoları imha edilmelidir. Aksi halde ayakta kalacak teröristler günün birinde ülkemizin karşısına çıkabilir.
BÜYÜK STRATEJİ ZAMANI
Gelişen olaylar Türkiye’ye çok daha büyük fırsatlar sunmaktadır. Türkiye; Irak, Suriye ve Doğu Akdeniz’i de kapsayan büyük bir stratejiyi (grand strategy) rahatlıkla kurgulayabilir. Bunun için bölgesel ve bölge dışı ittifak olanakları sonuna kadar zorlanmalıdır. Bulunduğumuz aşamada ABD, Batı Asya’da büyük askeri kuvvetler bulundurmaya soğuk bakmaktadır. Bu konuda başlangıçta yükselen muhalif sesler, son dönemlerde çekilmeyi savunanlarla dengelenmiştir. En azından ABD kamuoyu ikiye bölünmüş durumdadır. Yeniden seçilmeyi hedefleyen Başkan Trump, ABD’deki sessiz çoğunluğun desteğini kazanmayı hedeflemektedir. İsrail ile Rusya arasında devam eden güven bunalımı bu ülkenin de bölgedeki etkisini giderek azaltmaktadır. Fransa bölgede etki yaratabilecek kaynaklara sahip değildir. Macron ciddiye alınacak bir lider değildir.
Türkiye, Kuzey Irak’ta yuvalanan terör yuvaları ve Suriye’de PKK’nın askeri ve siyasi olarak tamamen yok edilmesi için çok uygun koşullar yakalamıştır. Diğer taraftan birbirini tamamlayan kararlı adımlar atıldığı takdirde, bölgede her kriz döneminde ortaya çıkan bağımsız Kürdistan hayaline kesin bir nokta konulabilir. Türkiye ayrıca Doğu Akdeniz’deki tezlerini, ortak çıkarlar ekseninde destekleyen bölge ve bölge dışı ortakları ile bu enerji denizindeki hak ve çıkarlarını daha güçlü bir şekilde savunabilir.
SİLAHLI PKK’YA ASLA İZİN VERİLEMEZ!
PKK ile anlaşma olanağı ortadan kalkmıştır. Her devlet için geçerli olan, “PKK’nın silah ve cephanesi ile kayıtsız koşulsuz teslim olmasını talep etmek” olmalıdır. Bölge uzun yıllar boyunca terörden ağır yara aldı. İnsani dramın yanı sıra milyarlarca dolarlık kaynak bu nedenle heba oldu. Bölge ülkeleri ikinci kez aynı hatayı yapmamalıdır. PKK’yı kullandığını sanıp küçük düşünenler, sonunda terör örgütünün emperyalizmin hizmetkârı olduğunu yaşayarak öğrendiler. Terörün kökünün kazınması için ortaya çıkan bu altın fırsat iyi değerlendirilmelidir.
TÜRKİYE İNİSİYATİFİ ELE GEÇİRMELİ!
Basın yayın organlarında, “Türkiye’nin IŞİD’le mücadele etmek için ABD ile görüştüğü” ifade edilmektedir. Türkiye, Suriye’ye hızla girip PKK’nın bütün kaynaklarını kuruttuktan, diğer bir ifade ile öncelikli tehdidi bertaraf ettikten sonra IŞİD’in kendiliğinden çözülme süreci içine gireceğini söyleyebiliriz. Ayrıca bölgesel ittifak kurulursa, çözülme süreci daha büyük bir hız kazanır. IŞİD bütün devletlerin ortak düşmanıdır. Bir devlete dayanmadığı sürece IŞİD’in esamesi bile okunmaz! Kaldı ki Başkan Trump, IŞİD’le başka ülkelerin mücadele etmesini büyük bir başarı olarak kendi kamuoyuna sunacaktır.
Koşullar bölge barışı, istikrar, yıkıcı ve bölücü unsurların ortadan kaldırılması için uygun bir zemin yaratmıştır. ABD ile iyi ilişkiler sürdürülürken, bölge ülkeleri ile dayanışma içinde yakıcı sorunların çözümü için büyük bir fırsat önümüzde durmaktadır. Eğer Türkiye bu uygun ortamı değerlendirme becerisi ve esnekliğini gösterebilirse, önünü ardına kadar açar. Ülke içindeki ayrılıkçı eğilimler kısa süre içinde son bulur. Güneyden örülen jeopolitik duvarları söküp atar. Doğu Akdeniz’deki etkisini büyük ölçüde artırır. Ekonomisinin gelişmesi için büyük fırsatlar yakalar. Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) gibi ülkelerin bölgeyi karıştırma çabalarını boşa çıkarır. Koşulların sonsuza dek aynı kalacağını sananlar yanılgı içindedir. Talih kuşu insanın başına bir kez konar. Koşullar olgunlaştığında harekete geçmeyenler, başkalarının zaferini seyreder.
(KAYNAK: Soner POLAT-Aydınlık Gazetesi, 28.12.2018)

19 Aralık 2018 Çarşamba

YENİ DÜZEN ARAYIŞI "Amerikalı Demokratik Sosyalistler hareketinden Ethan Earle: Yüzde birlik en zengin kesim tüm gücü elinde topluyor. Bambaşka bir ‘Yeni Düzen’ için uluslararası dayanışmaya ihtiyacımız var"

Yeni bir düzen için uluslararası dayanışma
Amerikalı Demokratik Sosyalistler hareketinden Ethan Earle: Yüzde birlik en zengin kesim tüm gücü elinde topluyor. Bambaşka bir ‘Yeni Düzen’ için uluslararası dayanışmaya ihtiyacımız var
FATİH KIYMAN
ABD Vermont senatörü Bernie Sanders, eylül ayında The Guardian gazetesinde kaleme aldığı yazısında sol hareketi uluslararası seviyede organize olmaya çağırdı. Yunanistan’ın eski Maliye Bakanı Yanis Varoufakis bu çağrıya yanıt verenler arasındaydı. İlerici Enternasyonal olarak anılan bu hareketin toplumsal zeminde karşılık bulup bulmayacağı, kendine nasıl bir yol haritası çizeceği merak ediliyor. Amerikalı Demokratik Sosyalistler (ADS) Uluslararası Komite Yöneticisi Ethan Earle ile dünyadaki sistem krizini, uluslararası solun ve İlerici Enternasyonal’in geleceğini konuştuk.
► Ethan, öncelikle ADS’nin faaliyetlerinden biraz bahseder misin?
ADS uzun zamandır var olan bir siyasi hareket. Bernie Sanders’ın 2016 yılında Demokratik Parti aday adayı olduğunda yaklaşık beş bin üyemiz vardı. Bernie’nin kampanyasına destek verdiğimizde adaylık sürecinin birçok insanı heyecanlandırdığını, onları siyasete çektiğini gördük. Bunun yanında, insanların demokratik sosyalist sol düşünüşe ev sahipliği yapacak kurumsal bir yapıya ihtiyaç duyduğunu anladık. Ortak bir alan, bir faaliyet alanı arayışı vardı. O zamandan bu yana üye sayımız 55 bini aştı ve artmaya devam ediyor. Seçim siyasetinin içinde de, dışında da çalışıyoruz. İşçi hakları, ırksal adalet, iklim adaleti ve ekonomik adalet alanında birçok dayanışma faaliyetlerinde bulunuyoruz. Seçim döngüsü içinde ise çoğu zaman Demokratik Parti’yle birlikte çalışıyor, değerlerimiz örtüştüğü takdirde DP içinde statükoya baş kaldıran ‘aykırı’ adayları destekliyoruz. 6 Kasım’da yapılan ara dönem seçimlerinde eyaletlerin yasama organlarında 5-10 arası koltuk elde ettik. Kongre adayları arasında desteklediğimiz adaylar New York’tan Alexandria Ocasio-Cortez ve Detroit’ten Rashida Tlaib kongrede koltuk sahibi oldu.
►Yanis Varoufakis, solun mücadelesinin ‘iki katmanlı’ otoriter düzene karşı olduğunu söylemişti, bu katmanlardan biri de Demokratik Parti’yi de kapsayan ‘sözde liberal’ düzen. Bu perspektiften baktığımızda, Demokratik Parti’yle ilişkileriniz nasıl?
Öncelikle ‘liberal’ değerlerden ne anlamamız gerek, bu konuda dikkatli olmalıyız. Demokrat Parti’nin bazı liberal değerlerine katılıyoruz. Örneğin insan hakları, eşitlik konularında. Belli konularda DP’ye karşıyız. Aykırı adayları desteklediğimizden söz ettim - desteklediğimiz adaylar özellikle son on yıldır DP’de egemen hale gelen, insanların çıkarlarından ziyade şirketlerin çıkarlarını gözeten düzene karşı çıkan insanlar. DP ile gerilimli bir ilişkimiz var. Bazı üyelerimiz DP’yle hiç işbirliği yapmamamız gerektiği görüşünde. Dolayısıyla çoğulcu, farklı görüşlere ev sahipliği yapan bir yapımız var diyebiliriz.
Avrupa Sol Partisi’nin desteği önemliydi
► İlerici Enternasyonal, konusunda nerede duruyorsunuz? Bu yeni hareket hakkında ne düşünüyorsun?
Yanis Varoufakis’in çok iyi fikirleri var ve karşı karşıya kaldığımız küresel krizin altında yatan yapısal sebeplerin tarifini yapmakta çok iyi. Bambaşka bir ‘Yeni Düzene’ ihtiyacımız olduğunu söylemekte çok haklı. Ancak henüz kapsayıcı bir hale geldiğini düşünmüyorum. Fikir ilk olarak Bernie Sanders’ın eylül ayında kaleme aldığı makalede ortaya atıldı. Varoufakis bu çağrıya yanıt verdi ve belirli bir momentum yakalandı. Bundan gayet memnunuz. Sol kesinlikle uluslararası dayanışma içerisinde olmalı. Fakat pratikte bunun ne anlama geldiği sorusu henüz net değil. Herhangi bir plan ortaya koymadı. ADS olarak hareketin mümkün olduğunca kapsayıcı hale gelmesini umuyoruz. Benie Sanders’ın bu planı ortaya koymasını bekliyoruz. Kapsayıcılık adına diğer önemli bir nokta Avrupa Sol Partisi’nin verdiği yanıt oldu. Bu parti Avrupa genelinde 30 milyon oyu temsil ediyor, Varoufakis’in temsil ettiği kozmopolit, şehirli kesime kıyasla bu çok önemli bir taban. Bildiğimiz kadarıyla perde arkasında görüşmeler sürüyor.
Uluslararası toplumsal iklime baktığımızda popülist otoriter liderlerin yükselişini görüyoruz ve bunun verdiği mesaj çok net: İnsanlar öfkeli. Düzenin değişmesini istiyorlar. Bu öfke İlerici Enternasyonal gibi hareketler için umut kaynağı olabilir mi?
Kesinlikle. Bernie Sanders bunu 2016 seçimleri sonrasında çok güzel ifade etti. Donald Trump’a oy verenlerin, ana akım siyasete mensup kimsenin sözünü etmediği bir problemi doğru teşhis ettiklerinden bahsetti. Ancak doğru teşhis edilen bu problemin çözümünün Trump olmadığını söyledi. Bernie Sanders bunu yaparak daha kapsayıcı bir siyaset dili benimsedi – popülist öfkeyi ilerici harekete kanalize etmeyi amaçlıyor. Örneğin ticaret anlaşmaları konusuna bakarsanız, dünyanın her yerinde geniş kitlelerin bu anlaşmalara yönelik hislerine bakarsanız yine bunu görüyorsunuz. Bunlar neoliberal ticaret anlaşmaları ve Bernie’nin söylediği gibi burada bir ortak payda var. Oligarşi düzenine ve kapitalist şirket sınıfına –yani yüzde bire– karşı yeni bir çoğunluk oluşturulması fırsatı var. Yüzde birlik en zengin kesim geriye kalan nüfusun çıkarları pahasına tüm parayı ve gücü elinde topluyor. Bunu hiç de demokratik olmayan, hesap vermeyen şekillerde yapıyor.
Popülizm solun önündeki en iyi seçenek değil
► Popülizmin şimdiye kadar ‘sağın tekelinde’ olmasının sebebi nedir? Birçok insanın sorduğu gibi, sol popülizm mümkün mü?
Bence sağın ‘güç’ ile farklı bir ilişkisi var. Sağ siyasetçiler güce ne pahasına olsun sahip olmak istiyorlar, her araca başvuruyorlar. Sonra da kendi çıkarları için güce tutunuyorlar. Sol ise konuya daha ahlaki yaklaşıyor. Yalnızca güç için güce sahip olmak istemiyoruz. Gücü daha iyi bir dünya inşa etmek için istiyoruz. Güç ile ilişkimiz daha ahlaki ve dayanışma kültürüne dayanıyor. Bu da güç ile olan ilişkimizi sağa kıyasla daha karmaşık kılıyor. Popülizm de bu açıdan hassas bir konu. Podemos bu konuda ilginç söylemlere sahip, toplumsal sembollerin sahiplenilmesi ve ilerici söylemlerle doldurulmasından söz ediyor. Sol popülizm konusunda karmaşık hislere sahibim. Bazı durumlarda doğru strateji olabilir. Fakat aşırı sağın oynadığı gibi oynamaya çalışırsak muhtemelen onlar kadar iyi beceremeyiz ve kendimizi onlara benzettiğimizle kalırız. Bence bu gerilimi İlerici Enternasyonal’de de görüyoruz. Bernie’nin bir bakıma popülist olduğu düşünülebilir. Varoufakis ise popülist olmadığını açıkça dile getiriyor. Genel anlamda şunu söylemek lazım. Popülizm solun önündeki tek seçenek de değil, en iyi seçenek de.
***
Dayanışma çağrısı
ADS’nin New York topluluğunun Uluslararası Komitesi var. Kısa süre önce Türkiye’de ‘cumhurbaşkanına hakaret’ suçlamasıyla tutuklanan gazeteci Max Zingast üzerine bir etkinlik düzenlediler. Biz suçlamaların tamamen düzmece olduğunu, tutuklamanın hukuksuz ve gayriahlaki olduğunu düşünüyoruz. Düzenlediğimiz etkinlikte yalnızca Max’in durumuna değil, Türkiye’de aynı durumda bulunan diğer gazetecilerin ve muhaliflerin durumuna da dikkat çekmek, Türkiye’deki insanlarla dayanışma içinde olmak istedik. Bunu özellikle dile getirmek istedim.
BİRGÜN GAZETESİ -19.12.2018 09:10- DÜNYA
Alıntı&Kaynak: https://www.birgun.net/haber-detay/yeni-bir-duzen-icin-uluslararasi-dayanisma-240674.html

6 Aralık 2018 Perşembe

"Büyük Utanç, Gaflet, Dalalet, Hıyanet ve Yüzkarası" Bunları Unutma Ey Halkım!..

BUNLARI UNUTMA EY HALKIM!..
İKTİDARIN VERDİĞİ DESTEK İLE 
YURT DIŞINDA YARATILAN HAYALİ BİR ÖRGÜTLE
ORDUSU ÇÖKERTİLEN ,AYDINLARI ZİNDANA ATILAN 
DAVANIN EYLEMCİLERİ SAVCILARIN VE YARGIÇLARIN 
YURT DIŞINA KAÇTIĞI 10 YIL SÜREN BİR DAVA 
ERGENEKON–BALYOZ VE DAHASI
Adı Ergenekon tam on yılda hükme bağlandı.
Böyle bir örgütün "VAR OLMADIĞI" Cumhuriyet Savcısı tarafından açıklandı.
Olmayan örgütün yüzlerce üyesi oldu.
Rahipten teröristten PKK’dan tanıkları,
Her rütbeden asker sanıkları yaratıldı.
Yazarından çizerine rektöründen doktoruna kadar daha niceleri aynı torbaya dolduruldu.
Bir kaç El Bombası ve boş LAW lançeriyle hattâ 100 yıllık antika koleksiyon tüfeğiyle, hattâ Atatürk’ün NUTUK kitabıyla, var olmayan bir örgüt, oldu silahlı örgüt.
Polisler tarafından evlere,iş yerlerine yerleştirilen Düzmece hardiskler CD’ler, plânlar, toprağa gömülen sözde cephaneler sahte suç kanıtı oldu. Adli Tıp TÜBİTAK gibi kurumlara yerleştirilmiş olan doktor, adli tıp uzmanı sıfatlı çete mensupları skandal bilirkişi raporlarına (hiç utanmadan, sıkılmadan ve Allah'dan korkmadan) imza attılar bu süreçte…
Olmayan (hayali, kasti ve menfur bir tuzak kabilinden tezgâhlanan) örgütün davası için Özel Mahkemeler kuruldu büyük salonlar inşa edildi dokunulmaz savcılar yargıçlar tarafından hukuk katliamları yapıldı.
Organize yürüyordu işler tıkır tıkır çalışıyordu sistem.
TSK’nın en pırıltılı, Yurtsever Atatürk’ün askerleri tasfiye edildi. Gerçekleri yazan, söyleyen aydınlar tutuklandı. Tutuklananların bir kısmı ÖLÜME durdular. TSK savaşlarda dahi vermediği tutsakları emperyalist bir proje sonucu verdi.
Başbakandan savcısı Muhalefet liderinden avukatı oldu davanın…
Şakşakcısı gazetelerde manşetçisi oldu.
TR bilmem kaç olarak markalananlar ABD elçiliklerine rapor verdiler.
Polis şefleri ABD konsolosluğuna giderek brifing verdiler.
TV’lerde onlarca programcısı oldu yıllarca konuşuldu.
Tutuklananları, karşı duranları bu kez yalan sözleriyle vurdular.
ABD’den gelen, sayılarının 40 civarında olduğu yazılan CIA ajanlarının,
Ankara’da kendilerine tahsis edilen bir kamu binasında,
Tuzakları işbirlikçilerle projelendirerek operasyonu yönettiği yazıldı.
HEP BİRLİKTE, TÜRK'ÜN "KUTSAL ERGENEKON" UNU KİRLETMEYE KALKIŞTILAR
Nemalandı bir çok şahsiyet bu davalardan. Bu sayede kimi milletvekili oldu kimi havuz medyasında köşe kaptı kimi de yalı kimi dolu kasa sahibi oldu. (leş kargaları, akbaba ve sırtlanlar gibi saldırdılar feto'nun ortaya attığı; Hile, desise ve kahpe bir furya ile işaret etiği masum ve müstesnalara) Karşı çıkanlar ise darbeci olarak susturuldular. Siyasetçilikle suçlandılar. “Olmaz böyle şey” diyenler linç edildiler. O günün Cumhurbaşkanı Meclis Başkanı Başbakan bakanlar hep bir ağızdan koro halinde yüklendiler alaya aldılar yalanladılar.
Onlara göre temiz eller operasyonuydu bu bağırsaklarını temizliyordu Türkiye…
Bu davada bir Genelkurmay Başkanı “kasaptaki ete soğan doğramam” diye ifade verirken bir diğeri örgüt lideri olarak tutuklandı.
Kuvvet komutanları da tutuklandılar.
Yetmedi Milli silah sanayiini geliştiren mühendisler de tutuklandı.
335’i tutuklu 743 kişi yargılandı
68 general ve amiral dahil ,
TSK’nın en gözde 227 askeri zindana atıldı.
8 kişi hapishanede hayatlarını kaybetti.

Bu operasyonlar TSK’nın DNA’sını da değiştirdi. Dava, Kara, Hava, Deniz kuvvetlerinden ve Jandarma’dan toplam 188 general ve kurmay subayı olumsuz etkiledi, ezici çoğunluğunun kariyerini sona erdirdi.
Olmayan örgütün davası yüzünden
Sosyal medyada bir sürü insanın itibarı yerle bir edildi parlak vatanseverlerin istikbali söndürüldü.
Yüzlerce insan yıllarca hapis yattı.
Aileler kan ağladı büyük mağduriyet yaşadı.
Kahrından hasta oldu öldü insanlar…
Canına kıydı onurlu subaylar.
Yarbay Ali Tatar” Hiç suçum yok hukuksuzluğa karanlığa karşı ışık olabilmek için hayatıma son veriyorum” diye ölüme yürüdü.
Tarifsiz acılar yaşandı!. .
Haksızlığa uğramak yürekleri yaktı kavurdu.
Kelimeler yetmez yaşananları ödenen ağır bedelleri anlatmaya!. .
Bu davanın sürdüğü on yılda memlekette neler olmadı ki !. .
Olmaz denen herşey oldu.
Bu arada olan memlekete oldu !. .
Memleket rejiminden oldu.
Ey zalimler!
Ey zalimlerin yaptıklarına susanlar!
Ey onuru için ölümü seçenlerin arkasından onursuzca konuşan alçaklar!
Ey karanlıktan beslenen nemalanan kara yürekli vicdansızlar!
Gün gelecek karanlığa karşı ışık olabilmek için hayatına son
verenler ve memlekete ödettiğiniz bedeller için hesap sorulacak sizden.
Bunu adım gibi biliyorum. (alıntıdır)

YARBAY ALİ TATAR’IN VEDA MEKTUBUDUR
Amirallere Suikast Davası nedeniyle 10 gün tutuklu kaldıktan sonra, hakkında yeniden yakalama kararı çıkınca 19 Kasım 2009’da başına tek el ateş ederek intihar eden Yarbay Ali Tatar’ın mektubu ….
İşte o mektup:

“Sevgili Nilü (karısı Nilüfer’e hitaben), ailem ve beni bulan yetkililere….
Öncelikle başınızı öne eğdirecek hiçbir şey yapmadım.
Başınızı dimdik tutun!
Ama ben bu hukuksuzlukla yaşayamam.Belki benim ölümüm benim durumumda olanların aydınlığa çıkmalarına vesile olur.
İçim buruk. Bana bu oyunu oynayanlara ve sahip çıkmayanlara kırgınım.
Yaşadıklarımı ikinci defa kaldırmam mümkün değil…
O deliğe bir daha dönmektense mezara girmeyi tercih ederim…
Bu şekilde ölmeyi hiç istemezdim.
Böyle bir ölüme en çok karşı çıkan insanlardan biri de benim. Ama kader böyleymiş. Hepiniz hakkınızı helal edin.
Beni rahmetli babamın yanına gömün. Karımı ve kızım Gökçen’imi size emanet ediyorum.Kızımı ve karımı yalnız bırakmayacağınızı, bu işin peşini bırakmayacağınızı biliyorum.Tek tesellim sizleri son bir defa, hep birlikte görmek oldu.(O sabah aile fertlerinin büyük bölümü Tatar’ın evindeydi.)
Gökçen’im, canım kızım derslerine çok iyi çalış.
İyi çalış ve önemli yerlere gel ki, benim hesabımı sorabilesin!
Hukuksuzluk sürecine hukuk adına saygı gösterilemez…
Bu şekilde giderseniz ne yönetecek ne bir ordu
ne yaşayacak cumhuriyet, bir ülke bulamayacaksınız….
Şunu bilin ki, en küçük suçu ve günahı olmayan ben,
bu yapılan hukuksuzluğa isyan ve bu karanlığa
bir nebze ışık olabilmek için hayatıma son veriyorum.”
cumhuriyetdede@gmail.com
***
DAVANIN EYLEMCİLERİ SAVCILARIN VE YARGIÇLARIN YURT DIŞINA KAÇTIĞI 10 YIL SÜREN BİR DAVA ERGENEKON – BALYOZ VE DAHASI
Adı Ergenekon tam on yılda hükme bağlandı.