21 Kasım 2018 Çarşamba

GENEL DURUM DEĞERLENDİRMESİ "Zeki ŞAHİN Akademisyen İşletmeci-Ekonomist.Ankara" + ENFLASYONİST EKONOMİ POLİTİKASINA DÖNÜŞ

GENEL DURUM DEĞERLENDİRMESİ
Türkiye dünya üzerindeki gelişmelerden en fazla etkilenen ülkelerden birisidir. Bu durumun çok farklı nedenlerinden bazılarını dikkate alırsak, ülkenin ne kadar hassas ve kırılgan dengeler ile bağlantılı olduğunu daha iyi anlayabiliriz.
1. Türkiye, çok kültürlü, çok dinli ve çok uluslu büyük bir imparatorluğun asıl murisi konumundadır. Bu itibarla, yenilenlerin uğradığı tüm olumsuz muamelelerin asıl hedefi olmaktan kurtulamamıştır.
2. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, dünyada bir İslam ülkesi olarak algılanmaktadır. İmparatorluğu yıkan galiplerin vesayeti ile, eski imparatorluk toprakları üzerinde kurdurulan tüm ülkelerin yönetimleri, birbirine zıt politik tavırlar almaya zorlandıkları gibi, bu ülke halkları da birbirine karşılıklı düşmanlık ile yetiştirildiklerinden, ülkeler halkları arasında karşılıklı bir güvensizlik uzun yıllar egemen olmuştur. Yakın zamanlarda bu durumu düzeltmek için yapılan karşılıklı gayretler müstevlilerin siyasi emelleriyle bağdaşmadığı için, savaş, iç savaş ve genel bir kargaşa ile otorite boşluğu oluşturulmuştur.
3. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, dünyada bir Türk ülkesi olarak algılanmaktadır. Sovyetler Birliği yıkılıncaya kadar olduğu gibi bugün dahi Ruslar nezdinde olağan şüpheli ve Çin tarafından öteden beri şüpheli olarak görülmekle birlikte imparatorluktan kopan tüm ülkeler ile Avrupa ülkeleri nezdinde nasıl görüldüğümüz ya da nasıl gösterildiğimiz ise herkes tarafından bilinen acı bir gerçektir..
4. Dünyada yeni bloklar ve kutuplaşmalar hızla gelişmektedir. Avrupa Birliği ve Nafta ittifakına karşılık Şanghay İşbirliği Örgütü, Brics Ülkeleri gibi ekonomik temele dayanan bloklar yanında Nato blokuna karşılık Rusya Federasyonu liderliğinde eski Sovyet Bloku ülkelerinden bazıları ile yeni bir askeri ve savunma işbirliği geliştirilmektedir. Bugün Avrupa Birliği ülkelerinde de bir “Avrupa Ordusu” fikri, doğrudan Avrupa'daki ABD askeri varlığını ve fiili işgalini hedef almaktadır.
5. Dünya, çok uzun bir süredir, bizi de kapsayan, taşeron devletler ve terör örgütlerü eliyle fiili bir üçüncü dünya savaşı içerisindedir. Tüm İslam ülkeleri fiilen iç savaşlar ile harap edilmekte hatta cephe savaşlarına zorlanarak karanlık çağın feodal sistemlerine benzer birbirine düşman eyaletler, şehir devletler veya kantonlara ayrılmaya doğru götürülmektedir. Türkiye için de benzer bölünme ve parçalanma planları gözler önündedir.
6. Dünya, global sermayenin işbirliği ile devlet yönetimlerini etkisizleştiren ve tüm ülkelerde çok uluslu şirketleri ve yerel uzantılarını egemen kılan bir anlayışın sonucu olarak, merkezi devlet otoritelerini ortadan kaldırmaya yönelik bir zorlama ile karşı karşıyadır. Türkiye bu akımın sonucu olarak tüm ulusal varlıklarını özelleştirme adı altında, yabancı sermaye gruplarına devretmiş bulunmaktadır. Bunun doğal bir sonucu olarak, kamu adına devlet denetiminin tamamen ortadan kaldırıldığı da bir gerçektir.
7. Türkiye, İslam ülkeleriyle mevcut olan tarihi ve kültürel bağlarını da kullanarak ekonomik yönden geliştirmeye çalıştığı bağlantılarının, bu ülkelerdeki kargaşalar, savaş ve rejim değişiklikleriyle sekteye uğramasından büyük zararlar görmüşken, en önemli ihracat pazarı olan Rusya Federasyonu’nun petrol gelirlerinin azalmasıyla ortaya çıkan olumsuz koşullarıyla da mücadele etmek zorunda kalmıştır. Benzer bir durum İran, Irak, Libya, Cezayir, Sudan ve Afrika ülkeleri için de söz konusudur. Özellikle Arap Baharı furyasında tüm müteahhitlik hizmetleri durmuş, müteahhitlere ait alacaklar askıda kaldığı gibi müteahhitlerimize ait araç ve makine parkları yağmalanmış ya da tahrip edilmiştir.
8. Türkiye, Kıbrıs sorununu uluslararası boyutta hala çözemediği gibi, Doğu Akdeniz’de bulunduğu iddia edilen petrol ve doğal gaz yataklarının aranması ve işletilmesi konusunda uğradığı yalnızlaşma yanında, 16 yıllık ve muhafazakar olduğunu iddia eden AK Parti Hükümetleri dönemlerinde de Kıbrıs’lı soydaşlarımızın yakından görerek incindiği, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde sosyal huzursuzluk ve kültürel bozulmayı hızlandıran mafia, kumar, uyuşturucu ve beyaz kadın ticaretinin önlenmesi konularında olumlu yönde hiçbir adım atmamış ve atılmasını sağlayacak bir politika izlememiştir. Bu durum Kıbrıs sorununun içeride ve dışarıda Türk toplumu lehinde çözülmesine en büyük bir engeli teşkil etmektedir.
9. Türkiye temsilde adaleti sağlamayan bir seçim sisteminin ağır baskısı altında, azınlığın çoğunluğa tahakkümü altına girmiş bulunmaktadır. Hiçbir siyasi parti veya akım bu durumun değişmesi ve temsilde adaleti gözeten yeni bir seçim sistemine geçilmesi gereğini ağzına dahi almamaktadır. Seçimlerde uygulanan yüzde 10’luk barajın ise makul bir seviyeye indirilmesi herkesin üzerinde mutabık kaldığı bir konu olmasına rağmen yasama ve yürütme organı tarafından bu durum benimsenerek halen sürdürülmektedir. Esasen Başkanlık Sistemi ile ortaya çıkan fiili durum Meclisin Milleti temsil kabiliyetini örtadan kaldırmıştır.
10. Ülke nüfusunun büyük bir kısmı ekonomik hayattan dışlanmış bulunmaktadır. Bunun doğal sonucu olarak halkın büyük bir kısmı sosyal ve siyasi hayatta rol alamaz, durumunu ifade edemez ve aleyhinde gelişen akibeti değiştiremez bir hale getirilmiştir. Nüfusun 26 milyonu öğrenci konumunda oyalanmaya mahkum edilerek, üretimden uzak ve tüketici konumunda, işsiz-güçsüz ve adeta “hayta” bir konumda tutulmaktadır. Nüfusun 10 milyonu yeşil kart hamili olarak kayıtlara geçmiştir. Bunların işsiz-güçsüz ve herhangi bir sosyal güvenceden yoksun ve tamamen yoksul bir kesimi göz önüne getirdiği dikkate alınmalıdır. Kayıtlara göre 10 milyon emeklinin de ekonomik hayattan kopuk ve yeşil kartlılar gibi tüketici durumunda olduğunu izaha gerek yoktur. İşsizlik oranı her ne kadar yüzde 11 olarak açıklansa da bu oranın gerçeği yansıtmadığı; çalışma çağındaki öğrencilerin, yeşil kart hamillerinin ve çalışma çağında olmasına rağmen iş aramaktan vaz geçenlerin ve sürekli bir işi olmamasına rağmen ayda birkaç gün ve hatta birkaç saat çalışanların dahi işsiz olarak bu orana dahil edilmediklerini düşündüğümüzde bu aslında işsizlik oranının yüzde 30’u bulduğunu söyleyebiliriz. Çalışıyor görünen 18 milyon kişinin ise asgari ücretli olduğunu da unutmamalıyız. 2003 yılında, AB uyum süreci gereği denilmesine rağmen, gerçekte global sermayenin isteği doğrultusunda AKP Hükümeti tarafından çıkarılan İş Kanunu ile getirilen ve çıkarılan yönetmelikle uygulamaya konulan “Özel İstihdam Büroları” ile tüm ülke, her türlü sosyal güvenlik hakkından mahrum insanların oluşturduğu, açık bir “amele pazarı” haline getirilmiştir. Bu sayede, işçi örgütlenmesi ve sendikal haklar mazide kalan bir hatıra haline gelmiştir.
11. Türkiye’de uzun yıllar halkın tasarruf meylinin çok düşük olduğu mektepli iktisatçılarca iddia edilegelmiştir. Geçimini zor sağlayan ve kıt kazancıyla borç-harç yaşayan bir toplumdan tasarruf beklemenin anlamsızlığından hiç kimse bahsetmemiştir. Halkın 35 milyona yakın bir kısmı, sistemli olarak işsiz bırakılarak, üretime hiçbir katkıda bulunmasına adeta izin verilmezken, sosyal yardımlarla ayni ve nakdi olarak desteklenerek hayatlarını idameye adeta mecbur bırakılmışlardır. Bunun finanse edilmesi için dışarıdan ve içeriden alınan döviz borçları karşılığı olarak para basılmış, bu sayede ekonomik yapıda ciddi üretim düşüşlerine meydan verilmiş, kredilendirme ve borçla yaşamaya alıştırma ile ekonomik yapıda bir depresyon yaşanmasının engellenmesi, ekonomi-politik bir tercih olarak benimsenmiştir. Bu durum yeni borçlanmalara yol açan ve uzun süre sürdürülebilirliği şüpheli bir vesayet rejimidir. Halkın genetik karakteristiği bu uygulamaların bir sonucu olarak, zaman içerisinde olumsuz yönde değiştirilmektedir. Ahlak kurallarına bağlı ve saygılı olan toplum yapısı, fırsatçı ve kap-kaççı bir ahlaksız karakter yapısına doğru şağrtlandırılmaktadır.
12. Türkiye’de halk, yürütülen ekonomik politikalar doğrultusunda biçimlendirilen sosyal yapıda “efendi-köle” ilişkisine zorlanmaktadır. Bunu kanıksayacak bir toplum yapısı, metropol şehirlerde bilhassa toplu taşıma sistemlerinin yetersizliğinden sıra-saygı ilişkisi törpülenerek de hızla oluşturulmaktadır. İşsizlik ve çaresizlik darboğazında sıkıştırılan geniş halk kitleleri “gemisini kurtaran kaptan” anlayışıyla aile bağlarından bile koparılmakta, genç kızlar kendilerini kurtarma ümidiyle kurda kuşa yem olmakta ve hiç küçümsenemeyecek sayıda bir gençlik zümresi, çok erken yaşlarda, yaşadıkları bunalımdan kurtulmanın geçici de olsa tek çaresi olarak görebildikleri, uyuşturucu ipine sarılarak heba olmaktadır.
13. Türkiye’de ölçülebilen ekonomik değerlere bir göz atacak olursak;
İç borç stoku : 200 milyar ABD Doları
Dış borç stoku: 460 milyar ABD Doları Milli gelire oranı % 59,5
İç ve Dış Borç Toplamı: 660 milyar ABD Doları
Toplam ihracat: 160 milyar ABD Doları
Toplam ithalat: (Tahmini) 200 milyar ABD Doları olarak görülmektedir.
Bu rakamlar geçtiğimiz diğer on yıllarla kıyaslandığında çok ciddi bir ekonomik büyüklüğü göstermekle beraber, ekonomik bir vesayet altında olduğumuzun somut bir delilidir.
Öyle görülüyor ki Hükümet, iktidarının ömrünü iç ve dış borçlanma miktarını arttırarak ve bu şekilde iç ve dış güç odaklarına millet kesesinden faiz adı altında haraç ödeyerek uzatma gayretindedir.
Türkiye bu ağır borç yükünü kısa dönemde üzerinden silkip atacak bir durumda değildir. Her ne kadar IMF boyunduruğundan kurtulmuş da olsak, çalışma çağındaki atıl işgücü kapasitemizi harekete geçiremediğimiz takdirde, bu vesayetin yükü altında ezilmeye devam edeceğimiz görülmektedir. Bugün ulaşmış olduğumuz ekonomik büyüklüğü kısa zamanda katlayarak aşabileceğimiz yeterli bir nüfusa, ulaşım ve iletişim alt yapısına, üretim için gerekli eğitilmiş iş gücüne sahip olmakla birlikte, yüksek teknolojik imkanlara, yeterli enerjiye ve milli sermaye gücüne sahip olmadığımızı ve buna göre değerlendirme yapmak zorundayız.
14. Türkiye, kısa vadede, İş Kanununu değiştirerek global sermayenin dayattığı efendi-köle düzenine geçişi sağlayan taşaron sistemini ve özel istihdam bürolarını ortadan kaldırarak halkının eşit vatandaşlık hakkını tekrar teslim etmeli, metropollerde temerküz eden memur düzenini zorunlu rotasyon uygulamasını başlatarak ıslah etmeli ve mevcut devlet memuru istihdamını iki katına çıkararak, eğitimli iş gücünü yeni istihdam alanları yaratarak verimli ve üretken bir hale getirmeli, üretimi destekleyen ve geliştiren devlet anlayışını yeniden tesis ederek halkına güven vermelidir. Devlet memuru kadrosunun genişletilmesi hem güvenlik hem de toplumsal uzlaşma ve kaynaşma bakımından hayati önem taşımaktadır.
14. Dünyada global sermayenin zorlamasıyla gelişen şirketokrasiye, devletsizleştirmeye ve bölünerek küçülmeye karşı duracak yeni bir anlayış ile harekete geçmek zorundayız. Bunun için milli ve yerli bir planlama sürecine ihtiyaç vardır. Öncelikli hedefimiz birlik ve beraberliğin devamı için kamu otoritesinin yeniden yapılandırılarak tesisi ile, öncelikli ihtiyaçların tespiti ve telafisi için gereken alt ve üst yapının oluşturulması ile, dünyadaki yerimizin uzlaşmacı yaklaşımlarla pekiştirilmesi yanında, tehdit unsurlarının devletler ve bloklar arasında yeniden belirlenecek işbirliği ve entegrasyon süreçleriyle teminat altına alınmasına gayret göstermeliyiz. Bu çalışmaların içeride ve dışarıda ortaya çıkaracağı riskleri gözde alacak bir devlet politikası kararlılığının, Anayasa’da belirlenen değişmez kurallara bağlı kalarak, yeniden belirlenecek bir kurallar manzumesi ile yenilenecek bir Anayasa ve yasalar ile düzenlenmesi sağlanmalıdır.
15. Türkiye devletinin 1980 İran’dan gelen, 1989 yılında Bulgaristan’dan gelen, 1989 yılı sonundan itibaren başlayıp günümüzde dahi süren eski S.S.C.B. uyruklu, 1991’de Irak’dan gelen ve son iki yıl içinde Suriye’den gelen mültecileri ülkeye kabul etme, yerleştirme ve vatandaşlığa kabul etme politikaları, nüfus yapımızı olumsuz etkileyerek, tamamen ülke düzenini sarsacak boyutlara ulaşmış, 10 milyon kişi civarında ülkeyi sahiplenmeyen ve ayrılıkçı politikalara destek sağlayan yeni nifak odaklarının ortaya çıkmasına sebep güvenlik sorunları haline gelmiştir. Bu durumun “milli devlet” yapısını ve anlayışını çökerttiğini kabul etmek gerekmektedir. Bu mülteci akını, ülke halkının bir kısmının da işsiz kalmasına yol açtığı gibi, çalışma şartlarının daha iyi hale getirilmesi sürecini tersine çevirmiş, işveren kesimin işçi kesimi üzerindeki tahakkümünü arttırmıştır.
16. AK Parti hükümetlerinin yandaş bürokrat sınıfı oluşturma çabaları, akrabalık, ayırımcılığı ve kayırımcılığıyla, bürokratik sistemin sağlıklı işleyişinin gereği olan tahsil, kıdem ve liyakat esaslarına uyulmaması sonucu, devlete ve yasalara değil, amire itaat ve sadakati esas alan vasıfsız ve niteliksiz bir yeni bürokratik sınıfın oluşmasını sağlamıştır. Ehliyetsiz ve liyakati kuşkulu bir memur zümresi vazifesini ikmalde mütereddit, vazifesini ihmalde mahir bir tutum ile, devlet dairelerinin kapılarını vatandaşa kapalı, yandaşlara açık bir kale getirmiştir. Bu ise rüşvet ve iltimas çarkının dönmesini sağlayan bir “muharrik güç” haline gelmiştir.
17. Türkiye’nin geleceğinin teminatı olacak hızlı tren, raylı sistem, duble yollar, muazzam konut edindirme projeleri, tüm illere hava alanı projeleri ve hava ulaşımının tüm illere yaygınlaştırılması, sağlık sektöründeki kara ve hava ambülans hizmetleri, tüm sosyal güvenlik kurumları ile sağlık sigorta sisteminin birleştirilmesi ve yaygınlaştırılması ile İstanbul’a yeni hava limanı, kıtaları kara ve demiryolu ile bütünleştirecek projeler ülkenin geri dönülemez ileri bir noktaya geldiğinin somut kanıtlarıdır. Bu imar ve inşa faaliyetleri esnasında, tahsil-kıdem-liyakat unsurları gözetilerek devlet bürokratik sisteminin iyileştirilmesi gecikilmeden ele alınmalı ve hızla gerçekleştirilmelidir.
18. Ülkemiz, tüm komşu ülkelerle savaş durumu halinde sorunlu ve tamamen kuşatılmış bir “ada ülke” konumundadır. Fiilen içeride ve dışarıda savaş şartları hüküm sürmektedir. Bu durumun sürdürülemeyeceği, ödenen bedellerin yükü altında devletin ve Milletin ezildiği görülmektedir. ABD ile “vekalet savaşı” sürmekte, Rusya ile ağır bedeller ödenen bir gerginlik dönemi sonunda ilişkiler düzeltilme aşamasına gelinmişken bu defa tüm dış ekonomik ilişkilerimizin % 50'sini kapsayan AB ile ilişkiler, ortaklık müzakereleri göz önüne alındığında, dondurulma noktasına gelmiştir. Tüm bu ülkelerle ilişkilerin düzeltilebilmesi kısa dönemde mümkün görülmemektedir.
19. Ülkenin adalet ve kişi temel hak ve özgürlüklerine dayalı, mesken masuniyetini esas alan, hak ve hukuk önünde akan suların durduğu, eğitimde ve istihdamda eşitliği uygulayan yeni bir sistem yapılanmasına ihtiyacı vardır. Dünyada gelişen ve yaygınlaşan, otokratik, polis devleti anlayışı yerine halkını topyekun kucaklayan yeni bir yönetim ve hem yönetenlerin hem de yönetilenlerin hesap verilebilirlik bakımından; “kanunlar önünde herkesin eşit olduğu” anlayışının, kimsenin keyfine bırakılmadan uygulandığı, yasama-yürütme-yargı erklerinin birbirinden bağımsız olmakla birlikte, eşit düzlemde birbirlerini denetleyebildiği yeni bir yönetim anlayışının hukuki temellerini tahkim etme sorumluluğumuz bulunmaktadır.
20. Herkese iş ve herkese aş temel amacı doğrultusunda, ülkenin tüm kaynakları verimli bir şekilde ve üretim ağırlıklı bir yapılanma, para sistemi de yeniden kurgulanarak hayata geçirilmelidir. Bunun için öncelikli olarak, son 30 yılda yapılan tüm özelleştirmeler yeniden gözden geçirilmeli, özelleştirlen kurum ve kuruluşların akibeti sorgulanarak, milli servet kaybına sebep olunmuşsa sorumlulardan hesap sorulmalı ve yeniden devletleştirme işlemleri derhal yapılarak, yeniden kamuya kazandırılmalı ve yeni teknolojik gerekler esas alınarak yeniden yapılandırılmalıdır. 
Ankara; Zeki ŞAHİN, Akademisyen-İşletmeci-Ekonomist.21 Kasım 2018
ENFLASYONİST EKONOMİ POLİTİKASINA DÖNÜŞ
Bir ülkede ekonomik yapı, toplumun her kesiminin, kuralları yazılı veya yazısız olarak belirlendiği biçimde ve herkesin hakkına razı olarak, bir diğerinin hukukuna tecavüz etmeden mal ve hizmet ürettiği ve bunların karşılığını geçerli para ile veya ölçülebilir herhangi bir geçerliliği kabul edilmiş bir değer olarak aldığı bir sistemde, bir diğeriyle uyumlu ve birbirini tamamlayarak çalışan mekanizmaların bütünüdür. Bu sistemi değişik enstrümanların bir araya geldiği bir orkestraya ya da farklı fonksiyonları olan muhtelif organların oluşturduğu herhangi bir canlı organizmaya benzetebiliriz. Nasıl ki orkestrada farklı sesleri dile getiren değişik tür ve sayıda enstrümanlar aynı besteyi icra ederse ve canlı bir organizmada farklı organların, bütünü korumak ve yaşamayı sürdürmek için üstlendiği değişik görevler varsa ve nasıl ki orkestrada şef, organizmada ise beyin tüm sistemi sevk ve idare ediyorsa ve böylece duruma ve amaca uygun hareket sağlanıyorsa; ekonomik sistem de yalnızca farklı sektörlerin basit bir bileşeni değil, aynı zamanda sosyolojik, politik ve teknolojik faktörlerin de dahil olduğu çok karmaşık bir ilişkiler sistemidir bu sistemde de, orkestrada şefin, organizmada beyinin icra ettiği fonksiyonu üstlenen bir koordinasyon ve kontrol mekanizmasına ihtiyaç vardır... Orkestranın başarısı veya başarısızlığı sadece orkestra şefinin bilgi ve beceri düzeyi ile değil; orkestra elemanlarının eğitim düzeyi enstrümanlardaki akord ve diğer fiziki koşullara da bağlı olduğu gibi, canlıorganizmanın sağlığının beyinde veya diğer organlarında sistemin düzgün çalışmasını engelleyen herhangi bir enfeksiyon veya travma nedeniyle bozulması gibi, ekonomik sistemi oluşturan parçalarda da bozulmalar ortaya çıkabilir ve uyum bozulabilir veya verim azalabilir. Böyle bir durumda problemin tespit, tahlil, teşhis ve tedavi süreci başlatılır. Ekonomik düzen, birbirine bağlı ve farklı faaliyetlerin ortaya koyduğu karmaşık yapısı ile bir senkronizasyon bozukluğunu uzun süre taşıyamaz ve zincirleme bir reaksiyonlar biçiminde tüm sistem çöküntü içine girer. Ekonomik sistem bileşenlerinden birinde ortaya çıkan bir bozukluk sosyal ve siyasal yapıda da çözülmeye ve bu da gelişmeyi engelleyerek, önce teknolojide ve sonra her şeyde genel bir gerileme sürecine girilmesine neden olur.
Ülkemizin en ciddi ve çözüme muhtaç sorunu enflasyon
Ülkemizin en ciddi ve çözüme muhtaç sorunu olan “enflasyon”; ekonomi biliminin en önemli parametrelerinden birisidir ve 40 yıldır Türk Milletine anlatıldığı ve halkın aldatılarak soyulmasının kaderi olduğuna inandırıldığı gibi, nereden geldiği belli olmayan bir ucube ve kendiliğinden zuhur eden baş edilemez yedi başlı bir canavar değil, tam aksine, “ölçülebilir, kontrol edilebilir ve bir kesimden diğer kesime servet transferi” amacıyla Hükümetlerce kullanılan bir araçtır. Enflasyon, gelişmiş ülkeler halklarının sosyal kesimler arasında yüzyıllar süren büyük savaşların sonucunda ulaştığı “social consensus-sosyal uzlaşma” sayesinde, işlevsel bir demokratik sistemini kurmuş ve sömürge ya da yarı sömürge olmayan ülkelerde çok düşük, hakim sınıflarla vuruşularak hak edilmiş bir “demokratik” düzen kuramamışülkelerde, müstemleke ya da yarı müstemleke halinde,demokratik olmayan veya güdümlü ürünü hükümetler tarafından, ekonomik sistem içinde belli bir kesime diğer kesimlerden değer aktarmak yani servet transferi yapmak için kullanılan, toplumun tüm değerler sistemini, birlik-beraberlik-kardeşlik ve adalet anlayışını yok eden en tehlikeli, fakat bu amaçlara uygun olarak kullanılabilen ve tahrip gücü en yüksek bir silahtır. Bu aracın-silahın hükümetler tarafından kötü niyetle kullanılması ekonominin sinir sistemini kısa zamanda felç eder ve sistemde genel bir çöküntü yaratır ve bu çöküntü “ekonomik krizler” şeklinde, her defasında bilhassa orta sınıf ve alt orta sınıf üzerindeki yıkım etkisi daha şiddetli bir biçimde ortaya çıkar. Hele fakir-fukara ile garip-guraba enflasyonist politikalarla daha rezil ve sefil bir hayata mahkum olur.
Enflasyona dayalı gelişme(!) politikası, sosyal uzlaşmayı ve adaleti sağlayamamış, gelişememiş veya gelişmekte olan ülkelerde uygulanmaktadır. Bu ülkeler Arjantin, Brezilya, Meksika, Şili ve sair Orta ve Güney Amerika ülkeleriyle Orta Doğu ve Güneydoğu Asya ve bazı Afrika ülkeleri gibi karmaşık demografik yapıya sahip Devletlerde iktidarı ele geçiren güçler tarafından, muhalefet eden veya etmeyen diğer taraflar aleyhine, kendilerini zenginleştirmek ve diğerlerini fakirleştirmek için, en etkili ve ucunda susturucu takılı, sessiz bir silah olarak kullanılmaktadır.
Avrupa Birliğine katılan ülkelerde, Maastritcht kriterlerinin zorunlu kıldığı üst yasalar ve anlaşmalarla sağlanmış sosyal uzlaşma sonucu iki haneli enflasyon rakamları tek haneli rakamlara düşürülmüş bulunmaktadır. Bunun tek istisnası Türkiye’dir ve Hükümetler büyük bir özenle Maastritcht kriterlerinden söz etmez ve ettirmez iken, Kopenhag kriterlerini ısıtıp ısıtıp kamuoyunun gündemine kışkırtıcı bir biçimde getirmeyi, asıl somut olaylarla dolu gündemi saklayarak, üzerinde toplumun geneli veya çoğunluğu tarafından asla uzlaşılması mümkün olmayan soyut kavramları, halkı bununla birbirine düşürerek oyalamayı “her dönem için geçerli” bir taktik olarak benimseyerek kullanmayı uygun görmektedirler.
Sosyal uzlaşmaya sahip iken enflasyona dayalı politika uygulayan tek ülke İsrail’dir ve bu yıkıcı etkisi son derecede yüksek olan ekonomik silahı, 1967 savaşı ile “zoraki vatandaş” olarak ilhak ettiği Filistin ahalisinin taşınır ve taşınmaz mal ve mülkünü gasp etmek için kullanmışancak bu arada, hemen hemen tamamı şu veya bu şekilde maaşlı Devlet görevlisi olan, İsraillileri kendi icatları “eşel-mobil” sistemi ile korumuştur. Filistinliler yeteri kadar fakirleştirildikten ve ekonomik mukavemet gücü kırıldıktan sonra, uygulanan bu yüksek enflasyon politikası, amaç hasıl olduğu için, derhal terk edilerek normale dönülmüştür.
Enflasyonun ekonomik sistemdeki etkisini ve sonuçlarını, organizmada ortaya çıkan bir kanser tümörüne benzetebiliriz. Toplumun belirli kesimlerine servet transferi amacıyla uygulanan bir enflasyonist politika ile aşırı beslenen kesim anormal olarak büyür ve organizmanın normal dengesini bozarak hastalanmasına ve sürüm sürüm sürünmesine yol açar. Bu halkına düşman kesimin tek endişesi sosyal patlamadır. Onu da düzmece ideolojiler ortaya atarak, halkta hiçbir karşılığı olmayan, sarı sendika karşılığı sahte muhalefet grupları ve partilerli ortaya çıkarıp medyada bunları parlatarak halkın gazını almak için kullanırlar. Toplumda var olan Bu kanserli bölge tedavi edilmezse, uzun vadede kanserin “öldürücü” etkisini engellemek imkansızdır. Organizmanın ölümü, organizmanın türüne ve hastalıklara karşı dayanma gücüne göre değişir. Bazan ölüm birden gelir. Bazan hastalık yıllarca sürebilir veya zayıflayan organizma, normal koşullarda öldürücü etkisi olmayan başka bir nedenle, “zamansız” da ölebilir. Hastanın ameliyatı ile bozulmuş kısım vücuttan çıkarılır. Ekonomide bunun anlamı“dışarıya para ve servet transferidir”. Bazı durumlarda hasta ameliyat edilmez ve çok pahalı ilaç ve ışın tedavisine ihtiyaç olur. Bunun ekonomik ifadesi “iç ve dış borçlanmadır”. Her iki durumda da tam bir iyileşmeden söz edilemez ve vücut eski gücüne asla kavuşamaz ve aslında kavuşmasına izin verilmez.
Enflasyon ile servet aktarılan toplum kesimini insan vücuduna girmiş bir bağırsak parazitine de benzetebiliriz. Alınan gıdaların çoğu bağırsak paraziti tarafından emildiği için, alınan tüm besleyici gıdalara rağmen, vücut hasta ve çelimsiz görünür. Bağırsak paraziti ise semirdikçe semirmektedir ancak parazit semirdikçe daha fazla besine ihtiyaç duyar ve vücudun beslenmesine daha az besin kalır. Alınan tüm gıdalara rağmen sadece parazit büyüdükçe büyür ve vücut daha da güçsüz ve çelimsiz kalır. Vücut yaşadıkça parazit gelişir de gelişir ve vücudun zafiyeti onu hiç etkilemez. Bu durumun ekonomik izahı ise “içimizdeki Danimarka” da denilen ve enflasyonist politikalarla semirtilmiş kesimin, alınan iç ve dış borçların daha çoğunu emerek gittikçe semirmesi ve ülke ekonomisinin yatırım ve üretim eksikliği yüzünden daha kırılgan ve güçsüz, bu kesimin dışında kalanların ise daha fakir ve yoksul hale gelmesidir.
Son yapılan hesaplamalara göre, Türkiye’de kişi başına düşen ulusal gelirin 14.000 USD olduğu görülmektedir. Bu zenginliğin 12.000 USD kadar miktarı “bağırsak parazitleri” tarafından emildiği için, halkın büyük çoğunluğunun 2000 USD civarında bir kişi başına ulusal gelir düzeyine, istese de istemese de razı edildiği sonucu çıkmaktadır. Gerçekten fiili durum da budur.
İş başına gelen hükümetler, halkın beklentilerini ve haklı taleplerini kısıtlamak için, ülkeyi olduğundan fakir göstermekte ve “enkaz devraldık” edebiyatı yapmakta yarışırlar.
Acı gerçek ise ülkede % 1 nüfusa sahip bir kesimin, ulusal servetin % 80 kadarını kontrol ediyor olmasıdır. Soyal yardım olmadığı takdirde yaşama gücü kalmamış 44 milyon insanın sürekli ve makul düzeyde gelir getirecek hiç bir işi gücü ve yarını yoktur. 44 milyon insan, asgari ücret ile aile geçindirmeye mahkum edilmiştir.
ENFLASYONUN ACI BİLANÇOSU
Türkiye ekonomisi, bilinçli bir şekilde ve sistemli olarak, tam bir jenerasyon ömrünü kapsayacak zaman aralığı boyunca, güdümlü demokrasinin “şahsi emellerini müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit etmiş bedhahları” tarafından temsil edilen Hükümetleri eliyle, enflasyon aracının Türk Milletine karşı insafsızca kullanıldığı ve kendini besleyen canavara dönüştürüldüğü, mevcutlarına el konulduğu yetmiyormuş gibi, iç ve dış borçlanma politikaları ile geleceğine de ipotek konulduğu, umutların tüketildiği, toplumun büyük çoğunluğunun iş ve aş bulma konusunda çaresizlik içinde bırakıldığı, insanların “yarın” endişesi içinde bırakılarak, insan psikolojisinin en alt basamağı olan “sadece hayatta kalmak ve bunun için gerekli olan fizyolojik ihtiyaçlarının tatminine yönelmek” derecesine alçaltılmasına yani “hayvanlaştırılmasına” ve bunun sonucu olarak; “güvenlik” ve “aidiyet” ihtiyaç psikolojisinden uzaklaştırılmasına ve bu şekilde “insan” ve “millet olma” bilincinin törpülenmesine, “mandacı” ruh haline sokulmasına ve tüm “emperyalist” saldırılara karşı kendini savunma refleksinin bertaraf edilerek, “savunmasız” ve “açık hedef” haline getirilmesine yol açılmıştır.
Bugün toplumun büyük çoğunluğu, ekonomik krizlerle destekli, büyük bir psikolojik savaş harekatından “mağlup” olarak çıkmıştır. Bugün halk arasında, “vatan-millet-Sakarya” tekerlemesi dillerde bir “istihza ve sinkaf” malzemesi olarak kullanılmaktadır.
Bir süre AB-Avrupa Birliği Maastricht Kriterlerine uyacağı izlenimini veren AKP Hükümetleri, iç ve dış güç odaklarının baskıları ve iktidara daha uzun süre daha tutunma tutkusu ve hatta mecburiyeti sebebiyle iki dönemdir gizlice enflasyonist ekonomi politika uygulayarak ve Başkanlık Sistemi ile de bunu adeta milletin burnuna zorla dayayarak sürdürmeyi tercih etmiştir.
Enflasyonist ekonomik politika ve yüksek döviz kuru uygulaması sadece ve sadece zengini daha zengin ve fakiri daha fakir yapan ve müstemleke ahalisini “bir lokma bir hırka” ile yaşamağa mahkum eden efendi/köle düzenidir. Bu düzeni yeni ayağını ve zımnı kabulünü Hükümet "Kıraathane" ile ortaya koymuştur. Tüm dünyada "sınıfsız toplum" olarak bilinen Türk Milleti "fakir/zengin" olarak "cebren ve hile ile" iki ayrı sınıfa bölünmek istenmektedir.
Ankara; Zeki ŞAHİN, Akademisyen-İşletmeci-Ekonomist.21 Kasım 2018
ZEKI SAHIN <zekisahin@yahoo.com>

19 Kasım 2018 Pazartesi

Kemalizm Sahalara Dönüyor "AÇIK GÖRÜŞ"Alınganlık Kemalizmin üzerinde alüminyumdan yapılmış bir zırh gibi durmakta. Bu kadar zayıf bir zırhın Kemalizmi nasıl koruduğu muammasının sırrı ise, şimdiye kadar hakikaten bir zırha sahip olduğunu sanan muarızlarının gerçek darbeler vuramamış olmasında saklı.

KEMALİZM SAHALARA DÖNÜYOR
Alınganlık Kemalizmin üzerinde alüminyumdan yapılmış bir zırh gibi durmakta. Bu kadar zayıf bir zırhın Kemalizmi nasıl koruduğu muammasının sırrı ise, şimdiye kadar hakikaten bir zırha sahip olduğunu sanan muarızlarının gerçek darbeler vuramamış olmasında saklı.
Modern dünyanın en karakteristik icadı
Modern dünyanın en karakteristik icadı olan ideolojiler birbirlerinden çok farklı karakterlere sahipler. İdeolojilerin birbirinden ayrıştığı yegane nokta kendilerini nasıl ortaya koydukları ve var ettikleri noktası değildir. Aksine, ideolojiler kendilerini dış baskılardan ve yok olmaktan hangi refleksler ile korudukları noktasında da farklılık arz eder. Marksist ideolojiler (Ki birbirine benzeyen ancak farklılık arz eden irili ufaklı pek çok türünden bahsedebiliriz) kendilerini var oluş ve yükseliş süreçlerinde emek sermaye çelişkisinin yarattığı hoşnutsuzluk ile ortaya koyarken aynı zamanda bu motivasyon ile de korur. İktidara geldiği demde ise söz konusu ideolojilerin baskıcı bir yöntem ile kendilerini korudukları tarihi tecrübe ile sabit. Üstelik bu baskıyı “proleter diktatörlük” olarak adlandırarak fikrî savunusunu da yapmayı başaran bu ideolojiler, bunun haricinde bir savunma mekanizmasını devreye sokmayı başaramadıkları için bila istisna bir başarısızlık hikayesi ile tarih sahnesinden çekildi. Castro sonrası Küba’yı, Şi Cinping’in Çin’ini yahut Chavez’in 21. yüzyıl sosyalizmi olarak adlandırdığı şey ile şekillendirdiği Venezüella’nın ne oranda sosyalist oldukları ve varlıklarını sürdürdükleri başka bir tartışmanın konusu. Buna mukabil faşist ideolojilerin kendilerini ancak bir şekilde iktidarda iken ortaya koyma kabiliyetine sahip olduklarına ve kendilerini devlet aygıtı ile koruduklarına dünya tarihi şahit oldu. İktidardan uzaklaştıkları demde ise faşizm kendisini ancak agresyon ile muhafaza etmeye gayret etti. Zira ideolojik arka planı başka türlü bir savunmaya izin verecek kadar zengin değildi ve bu bakımdan her zaman Marksizmin çok gerisinde kaldı. Liberalizmin en büyük kalkanı ise yarattığı özgürlükçü hava oldu, kendisine inananlar bu özgürlüğün büyüsü ile liberal düşünceye sahip çıktı. Ancak söz konusu ideoloji tiplerinin hiçbirisi Kemalizm kadar nev-i şahsına münhasır bir savunma mekanizmasına sahip olmadı. Kemalizm devlet yönetiminde güçlü olduğu her dönemde kendisini devlet aygıtı ile koruyup tahkim ederken, karakteristik farklılığını iktidardan uzaklaştığı dönemlerde ortaya koydu. Hiçbir ideolojinin kalkan olarak kullanmayı akıl edemediği (en azından benim hatırıma benzer bir örnek gelmiyor) alınganlık zırhını kuşandı ve muarızlarının kendisine birkaç mızrak boyundan daha fazla yaklaşmamasını sağladı.
‘Ayıptır’ hududu
Alınganlık Kemalizmin üzerinde alüminyumdan yapılmış bir zırh gibi durmakta. Bu kadar zayıf bir zırhın Kemalizmi nasıl koruduğu muammasının sırrı ise, şimdiye kadar hakikaten bir zırha sahip olduğunu sanan muarızlarının gerçek darbeler vuramamış olmasında saklı. O kadar ki, fiktif bir inciticiler listesine sahip olan Kemalizm, muarızlarını toplumsal uzlaşı ve devletin refahı gibi hassas değerleri muhafaza etmek namına belli bir hududun gerisinde tutuyor ve kendisine yaklaştırmıyor. Üstelik bu zırhın karakteri, kendi müntesipleri haricindeki kimselerin dahi kendisine sık sık taraf olması neticesini doğuruyor. Bu zırh bir ideolojinin sahip olabileceği en esnek zırh olarak önümüzde duruyor. Kemalizmden başka bir ideolojinin ise bu zırhı kuşanmasının mümkün olmadığı bir hakikat olarak karşımıza çıkıyor. Zira söz konusu alınganlık zırhı, kendisini Türk insanının “ayıptır” hududuna dayaması ile tahkim ediyor. Bu son derece alaturka bir buluş, ancak Kemalizmin gücünün sırrı tam olarak bu dinamikte temerküz ediyor. Kemalizmin iktidardan ne kadar uzaklaşırsa uzaklaşsın bir türlü yıkılmak bilmeyen bir heyula gibi karşımızda duruyor oluşunun sebebi tam olarak bu duygusal bariyer. Atatürk’ün şahsı üzerinden bir duygusal anafor, bu anafordan bir Atatürk kültü yaratmak ve bu kültü kendisini var kılacak şekilde sürekli olarak dönüşen dinamik bir yapı olarak tasarlamak Kemalizm’in en büyük başarısı. Kemalizm’e yönelik girişilen her sert eleştiri “Atatürk’ün aziz hatırası” duvarına çarpıyor. Oysa Atatürk’ün şahsının bir bahis mevzuu olmadığı eleştiri noktalarında dahi Atatürk’ün bizzat kendisi bir kalkan olarak öne konuyor. Bu her şeyden önce Atatürk’ün, üzerinden toplumun ayrıştığı bir kimse haline gelmesine hizmet ediyor. Trablusgarb, Çanakkale, İstiklal Harbi cephelerinin kahramanı ve kurucu cumhurbaşkanı sıfatlarını haiz Mustafa Kemal Paşa’nın tüm bu ayrışma objesi haline getirilme çabalarına rağmen toplumun geniş kesimlerinde kredisi büyük.
Hatırşinas Türk insanı
Hatırşinas Türk insanı, günahı ve sevabı ile Atatürk’ün şahsını kabullenmiş, son kertede “ölünün ardından konuşulmaz” diyerek beşeri kabahatlerini mevzu etmemeyi tercih eden bir refleksi ortaya koymuştur. İşte bu büyük kredi, Kemalizm tarafından kendisini tahkim etmekte kullanılan bir kapital haline getirilmiş durumda. Kemalizm’in icadı olan alınganlık zırhının yumuşaklığı nispetinde esnek ve güçlü oluşunu sağlayan kapital de işte bu kredi. Kemalistler sürekli bir alınganlık içinde “Mustafa Kemal Atatürk’e ve aziz hatırasına” saldırıldığı şayiasını alem yapmış vaziyetteler. İnsanî sınırlardaki her türden eleştiri, mizah, analiz vb. söz konusu Atatürk’ün değil şahsına, kültüne dahi yöneltilmiş olduğunda alınganlık mekanizmaları devreye giriyor. Böylelikle Kemalizm zırhını bir kez daha parlatıyor. Pek çoğumuzun sürekli olarak “Atatürk’ü seviyor musun?” sorusuna muhatap oluyor ve cevap vermek zorunda bırakılıyor oluşu işte bu yüzden. Elbette bu zırhın icadı ve kullanımı dahiyane bir fikir; bununla birlikte Kemalizm açısından aynı zamanda bir mecburiyet. Zira Kemalizm ideolojik arka planı son derece zayıf ve müntesiplerini kendisine ancak duygusal medyuniyet bağları ile bağlayan bir ideoloji. Bu sebeple iktidardan uzaklaşması ile birlikte Kemalizm ancak bu duygusal zırhı kuşanmayı başarabiliyor. Belki de bulabileceği yegane zırhın, teoride kendisini koruması mümkün olan her türlü zırhtan daha sağlam oluşu ise Kemalizmin talihi.
Kemalist alınganlık
Mine Kırıkkanat katıldığı bir televizyon programında “Arkadaşlarıma dedim ki, artık Atatürk ilahım. 10 yıl önce Atatürk’e tapıyorum demezdim, ama artık Atatürk’e tapıyorum dedim. Arkadaşlarım da aynı şekilde dediler ki, “Mine, aynı fikirdeyiz. Çünkü bundan 10 yıl önce biz ilk cumhuriyet döneminin kusurlarını da görüyorduk. Atatürk’ü severdik ama küçük kusurlarını da görürdük. Şimdi ise bir kusur bulana çakacak vaziyetteyiz. Yani artık o kadar kinliyiz” dedi. Kırıkkanat’ın “ilahım” dediği Atatürk bu bakımdan Mustafa Kemal Atatürk değil, Atatürk kültü. Zira Kırıkkanat’ın kafasındaki ilah tasavvuru pagan bir ilah. İn Personam kullarının saygısını hak etmiyor, aksine fonksiyonu ile saygıyı hak ediyor. Bu bakımdan Kırıkkanat’ın ilahı olan Atatürk kültü bir koruyucu tanrıdan başka bir şey ifade etmiyor. Ancak bu sözlerde asıl tartışılması gereken şey Kırıkkanat’ın kendisine bir ilah bulmuş olması değil. Aksine Kırıkkanat’ın olgun insan taklidi yapan ve bir dönem otokritik refleksine sahip olduğunu iddia eden edası benim daha fazla dikkatimi celb ediyor. Zira Kemalist alınganlık bu öneriye göre bir reaksiyon suretinde ortaya çıkmış olmalı. Oysa yukarıda da izah etmeye çalıştığım şekliyle Kemalizm bu alınganlığa tabiatı icabı mahkum. Kemalistler sahip oldukları agresif tutumu bir reaksiyon olarak açıklayadursunlar, biz onların cemaziyelevvellerini bildiğimiz için bu sözler bize ikna edici gelmiyor. Zira bırakın dışarıdan gelecek eleştirilere tahammül etmeyi, içeriden gelen ve objektiflik kaygısı taşıdığı düşünülen yorum ve analizler de sürekli olarak bu alınganlık duvarına çarptı. Can Dündar’ın Mustafa filminin kopardığı vaveyla dün gibi hatrımızda. Dündar beşer tarafı fazlasıyla ön planda bir Atatürk resmi çizdiği için paydaşlarını gücendirmemiş, kıyasıya eleştirilmemiş miydi?
Son büyük kavga
10 Kasım törenleri esnasında Edirne’de yaşanan ve nihayetinde bir üniversite öğrencisi kadının tutuklanması ile sonuçlanan hadise temel bir muammaya sahip. Şüphesiz bu muamma söz konusu kadının çıkışının provokatif maksatlı ve kurgulanmış olup olmadığı sorusu. Ancak muamma olmayan bir gerçek var ki, o da protestocu kadının sözlerinin Atatürk’ün şahsına yönelik hakaret olmadığı, aksine Atatürk kültüne yönelik bir çıkış olduğu gerçeği. Kemalistlerin Atatürk kültüne nasıl yaklaştıklarına yönelik bir çıkış olarak görülmesi gereken bu protestonun Atatürk’e hakaret olarak yorumlanması genç kadının tutuklanmasına sebebiyet verdi. Üstelik parkta oyun oynayan çocuklara nişan alarak ateş eden sapıkların tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldığı ve hepimizin hukukun kifayetsizliğine isyan ettiği bir ortamda. Akabinde Uğur Koç isimli vatandaşın sosyal medyada yer alan “Dün akşam yediğim kemal paşayı rahmetle anıyorum” paylaşımını hakaret olarak kabul etti mahkeme. Paylaşımda yer alan kemal paşa tatlısı resmi, yenildiği ifade edilen şeyin Mustafa Kemal Paşa değil, kemal paşa olduğunu ortaya koymaktaydı. Buna rağmen söz konusu genç tutuklandı. Tüm bu tutuklamaların ne anlama geldiğini bulmalıyız.
Türkiye tarihinin şüphesiz en güçlü sağ iktidarı olan AK Parti’ye karşı dönem dönem sahaya çıkarılan farklı aktörler ile bir direnç ortaya konmaya çalışıldığı muhakkak. Bütün bu aktörlerin başarısız olduğu demde, Galatasaray’ın her muhtaç olduğu dönemde Fatih Terim’i göreve getirmesi gibi Kemalizm yine oyuna sokuluyor. Yorulduğu ve yıprandığı demde nadasa çekilen bu büyük oyuncu yeniden; üstelik 28 Şubat yıpranmışlığından ve üzerine yapışan “baskıcı ve zalim” yaftalarından kurtulmuş, Erdoğan iktidarının zulmüne maruz kalmış bir mazlum kılığına sokulmuş yepyeni bir surette sahalara dönüyor. Verilen mesaj açık: Türkiye’de sağ muhafazakarlığa karşı oluşturulacak direncin en yıkılmaz kalesi, pek çok kesimden insanı bünyesinde toplaması en muhtemel aktör olan Kemalizmdir! Yukarıda zikredilen tutuklamalar, Danıştay’ın “Andımız” kararı, Türkçe ezan tartışmaları vb. söz konusu aktörün ne kadar güçlü olduğunun ilanı olarak, her kesimden muhalife çatısı altında bir toplanma davetiyesidir. Tazelenmiş ve duygusal olarak beslenmiş bir Kemalizm son büyük kavgasını vermek üzere sahneye çıkıyor. Üstelik en bilindik özelliklerinin yanına hiç bilmediğimiz, tanımadığımız yeni özellikler katmış, modifiye edilmiş bir Kemalizm olarak.
[M. Taceddin Kutay/Türk Alman Üniversitesi] - kutay@tau.edu.tr

14 Kasım 2018 Çarşamba

ATATÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNDE BİRLEŞMEK "Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN" Türkiye Cumhuriyeti yirminci yüzyılın başlarında kurulmuş olan bir milli devlettir. Milli devletler tarih sahnesine çıkarken Türk ulusu da kendi milli devletini Türkiye Cumhuriyeti adı altında kurarak, dünya sahnesine çıkmıştır.

ANKARA KALESİ
"ATATÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ'NDE BİRLEŞMEK"
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN 
Türkiye Cumhuriyeti yirminci yüzyılın başlarında kurulmuş olun bir milli devlettir. Birinci Dünya Savaşı ile beraber Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünden sonra ortaya çıkan merkezi ülkede Türkler Misak-ı Milli sınırlarını ilan etmişler, bu sınırlar içindeki ülkede bir ulusal kurtuluş savaşı vererek kendi milli devletlerini kurmuşlardır. Bu durumu son derece normal karşılamak gerekir; çünkü Fransız Devrimi ile beraber bütün imparatorlukları dağıtan ve tarih sahnesine ulus devletleri çıkaran bu süreç ortaya çıkmıştır. Fransız Devrimi sonrasında bütün Avrupa ülkeleri birer milli devlete dönüşürken, yirminci yüzyılın başlarında da devlet yapılarının millileşmesi süreci Avrupa üzerinden dünyanın çeşitli bölgelerine yayılmıştır. Milli devletler tarih sahnesine çıkarken Türk ulusu da kendi milli devletini Türkiye Cumhuriyeti adı altında kurarak, dünya sahnesine çıkmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığı ve geleceği
İmparatorluktan ulus devlete geçerken, Türklerin emperyalizme karşı vermiş olduğu ulusal kurtuluş savaşının önderi Mustafa Kemal Atatürk olduğu için, Türk milletine milli devletini kazandıran liderliği Atatürk yapmıştır. Bu nedenle, bir anlamda Türkiye Cumhuriyeti Atatürk’ün eseridir. Zaten kendisi de en büyük eseri olarak Türkiye Cumhuriyeti’ni ilan etmiş ve bu eserin korunması görevini Türk ulusunun gelecekteki kuşaklarına vermiştir. Türk ulusu da, milli devletini kuran önder Atatürk’ün izinden giderek Türkiye Cumhuriyeti’ni yirmi birinci yüzyıla taşımıştır. Yeni yüzyılda yepyeni bir dünya düzeni kurulurken, dünyanın merkezi bölgesinde yer alan Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığı ve geleceği yoğun bir tartışma ortamına sürüklenmektedir.

Birinci Dünya Savaşı sonrasında milli bir devlet olarak ortaya çıktıktan sonra Türkiye Cumhuriyeti devlet olarak toparlanabilmek ve temelleri sağlam atabilmek için bir süre içine kapanmış ve İkinci Dünya Savaşı tehlikesinden bu tutumla kurtulmuştur. Bütün Dünya İkinci Dünya Savaşı’nda karışırken, içe kapanan Türkiye böylesine tehlikeli bir dönemi atlatabilmiş ve varlığını korumanın ötesinde geliştirerek, soğuk savaş döneminin son yarısında bağımsız devlet kimliği ile dünya sahnesindeki konumunu koruyabilmiştir. Devleti kuran Atatürk yeni siyasal yapılanmanın hem modelini belirlemiş hem de geleceğe dönük politikasının temellerini atmıştır. Bu nedenle, Türkiye Cumhuriyeti devleti denilince akla ilk gelen Atatürk’tür; çünkü bu devlet ve siyasal rejim bütünüyle onun çizdiği doğrultuda oluşan bir modeldir. Türkiye denilince, Atatürksüz bir değerlendirme yapılamaz, yapılırsa bu Atatürk modeline ve Türkiye’nin ulusal çıkarlarına ters düşer. Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk’ün bir milli devlet yapısına sahip olduğu için Türk Anayasası’nda, devlet biçimi olan Cumhuriyet’in temel niteliklerinin en başında Atatürk Milliyetçiliği kavramı yer almaktadır. 1982 Tarihli Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın genel esaslar kısmında yer alan birinci maddede Türkiye Devleti’nin bir Cumhuriyet olduğu belirtilmektedir. İkinci maddede Cumhuriyet’in nitelikleri sayılırken, “Atatürk Milliyetçiliğine bağlı” kavramına yer verilmektedir. Bu tanımlama Anayasanın ikinci maddesine ve değiştirilemeyecek kısmına bir süs olsun diye konulmamıştır. Böylesine bir maddenin Anayasanın başlangıcında yer alması bir anlamda devletimizin dayanmış olduğu Atatürk modelinin anayasal güvence altına alınmasını sağlamaktadır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin gövdesini ve çatısını kuran TC Anayasasına göre, devletimiz Atatürk Milliyetçiliğine dayanan bir milli devlettir. Bütün milli devletler kendi milletlerinin milliyetçilik anlayışına dayanarak tarih sahnesine çıkarken, Türkiye Cumhuriyeti neden Türk milliyetçiliğine değil de Atatürk Milliyetçiliğine dayanmaktadır? Bu sorunun yanıtı, Türk Devleti’nin siyasal yapılanması ile yakından ilgilidir.

Türkler tarih sahnesine on bin yıl önce Orta Asya’da çıkmışlar ve göçebe bir toplum olarak Asya ile Avrupa kıtalarının belirli bölgelerinde yaşayarak tarihin her döneminde Türk devletleri kurmuşlardır. Bu çerçevede genel olarak Türk milliyetçiliği Türk dünyasını çağrıştırmaktadır. Bugün Türkler, Doğu Avrupa’da, Karadeniz kıyılarında, Kafkas bölgesinde, Orta Asya’da, İran’da, Anadolu’da ve Ortadoğu ülkelerinde tarihin bir uzantısı olarak yaşamaktadırlar. Bu kadar geniş bir bölgeye yayılan Türkleri esas alan genel anlamda bir Türk milliyetçiliği Misak-ı Milli sınırlarını aşacağı için ve Turancılık anlamında Türklerin geleceğe dönük bütünleşmesini gündeme getireceği için, devletimizin kurucusu Mustafa Kemal Türk milliyetçiliğini Misak-ı Milli sınırları içindeki Türkiye’nin geleceği için düşünmüştür. Birinci Dünya Savaşı sonrasında, Türk dünyası Sovyet imparatorluğunun esareti altına sürüklenirken, Anadolu ve Balkan Türklerini Atatürk, bir ulusal kurtuluş savaşı sonrasında bağımsız bir devlete doğru yönlendiriyordu. O’nun bu çabalarının başarıya ulaşması ile Türkler ilk bağımsız milli devletlerini, dünyanın merkez toprakları üzerinde ve Anadolu’yu esas alarak kuruyorlardı. Milliyetçilik cereyanları dünyanın çeşitli devletlerini milli bir yapıya dönüştürürken, Türklere de ilk milli devletlerini Anadolu toprakları üzerinde kazandırıyordu. Türkiye Cumhuriyeti batıdan kaynaklanan milli devlet döneminin bugünkü örneklerinden biridir ve bu yapısı ile Atatürk’ün eseridir.

Atatürk’ün milliyetçilik anlayışına göre kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti Kuvayı Milliye döneminden gelme bir dayanışma içinde Türk Milletinin bütünü tarafından korunurken, daha sonraki dönemlerde demokrasiye geçilmesiyle beraber Atatürkçülerle milliyetçilerin yollarının ayrıldığı görülmüştür. Atatürk’ün izinden gidenler, O’nun ilkelerini Atatürkçülük ya da Kemalizm başlığı altında bir bütün olarak savunurken, milliyetçiler giderek Atatürk’ten uzaklaşmışlar ve Türk dünyasının etkisi altına girmişlerdir. Türk dünyasının ağırlığı dünya sahnesinde ortaya çıktıkça Türkiye’deki milliyetçi kesim, Atatürk’ün devlet modelinin dayandığı Misak-ı Milli sınırlarının dışına çıkarak Türk dünyasına hedef alan bir Türk milliyetçiliğine kaymışlardır. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde, Atlantik güçlerinin baskısıyla Türkiye demokrasiye girince yeni dönemde milliyetçilik Atatürk’ün partisinin dışına çıkmış ve ayrı bir parti olarak örgütlenmiştir. Milliyetçiliğin dincilikle beraber ayrı partiler halinde örgütlenmesi ile beraber, Türkiye’de amerikan modeli iki partili sistem değil ama merkez sağ ve merkez sol partilerle beraber milliyetçi ve de dinci parti örgütlenmeleri gündeme gelmiş ve Türk siyaset sahnesi dört partili bir yapıya oturmuştur. Dört partili yapıda milliyetçilik ayrı bir parti çatısı altında örgütlenirken, Atatürk’ün partisinin milliyetçilik ilkesi geride kalmış ve Türkiye’deki gayrimüslim unsurların etkisiyle, Atatürk’ün partisi milliyetçi bir parti olmanın ötesinde laikliği savunan laikçi bir parti konumuna sürüklenmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti bir milli devlet olarak tarih sahnesine çıkarken, imparatorluğun son dönemi olan İkinci Meşrutiyet yıllarında kurulan Türk ocaklarının önde gelen bir rolü vardır. İmparatorluktan milli devlete geçilirken, daha önceleri Genç Osmanlıların oluşturamadıkları Osmanlı milletini Türk ocaklarının öncülüğünde önceleri İttihatçılar, daha sonraları da Kemalistler, yeni dönemde Türk Milleti olarak tarih sahnesine çıkarabilmişlerdir. Ulusal kurtuluş savaşını yaparken, milli devleti kurarken ve daha sonraları da Türkiye Cumhuriyeti’ni korurken beraberce hareket eden milliyetçiler, Atatürkçüler ya da Kemalistlerin yolu, demokrasiye geçilmesiyle beraber ayrılmış ve soğuk savaş döneminin koşulları ile de bu ayrılık giderek kemikleşmiştir. Milliyetçilik Atatürk’ün dışında örgütlenirken, Türk dünyasını esas alarak yeni bir tür Turancılığa yönelirken, Atatürkçüler de Mustafa Kemal’in en büyük eseri olan Türkiye Cumhuriyeti’nin Misak-ı Milli sınırları içinde korunmasına ve o dönemde kurulmuş olan ilk ve tek bağımsız Türk devleti’nin ayakta kalabilmesi için mücadele vermişlerdir. Atatürk sonrasında, tek parti döneminde, koruyucu politikanın öne geçtiği ve bu nedenle içe kapanarak hızlı bir gelişme ve kalkınma seferberliğine kalkışıldığı görülmektedir.

Yirminci yüzyılın ikinci yarısında, Atatürk’ün partisi Avrupa Birliği’ne yönelirken milliyetçilikten biraz uzaklaşmış ve Hıristiyan Avrupa nedeniyle laiklik ilkesine daha çok önem verir bir duruma gelmiştir. Milliyetçi kesim ise, Avrupa Birliği’ne mesafeli olarak, Türk milliyetçiliği anlayışını Türk dünyası merkezli yürütmüştür. O dönemde sosyalist sistem Sovyetler Birliği’nde egemen olduğu için Türk milliyetçiliği daha çok sol ve sosyalizm düşmanlığı çizgisinde gelişmiş ve bu nedenle de soğuk savaş dönemi koşullarında Türkiye’yi bir iç savaşa sürükleyen sol-sağ çatışmasında sağ kesimin militan çizgisini oluşturmuştur. Türkiye’nin NATO’ya girmesiyle beraber milliyetçilik anlayışı bir Sovyetler Birliği karşıtlığına dönüşmüş ve böylece aslında antiemperyalist çizgide olması gereken Türk milliyetçiliği anti sovyetizm doğrultusuna kaymıştır. Milliyetçiler antiemperyalizmi bırakıp antisol bir çizgide ilerlerken, Atatürkçüler de Atatürk’ün partisinin Avrupacı çizgiye kayması nedeniyle, milliyetçi çizgiden uzaklaşarak laik ve batıcı bir anlayışa yönelmişlerdir. Milliyetçilerin karşı politikalara yönelmeleri, Atatürk’ün eseri olan Cumhuriyet7e sahip çıkma çizgisinden uzaklaşmalarına neden olmuştur. Benzeri bir biçimde Atatürk’ün partisi de Avrupacı ve batıcı bir çizgiye kayarken milliyetçiliği unutmuş, Hıristiyan batıya hoş görünmek için Türkiye’deki gayrimüslimlerin öncülüğünde laikliği öne çıkarmıştır.

Atatürkçüler Avrupa batıcılığı yüzünden laikliğe kayarak milliyetçilikten uzaklaşırken, milliyetçi kesim de Türk dünyasına yönelerek Atatürk’ten kopmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş aşamasında antiemperyalist çizgide dışa karşı beraber olan bu iki kesim sonraki dönemlerde demokrasicilik oynarken birbirlerinden uzaklaşmışlar ve zaman zaman da emperyalist kışkırtmalar sonucunda karşı karşıya gelmişlerdir. Soğuk savaşın son dönemlerinde Türkiye bir terör kışkırtmasıyla iç savaşa sürüklenirken Türk milliyetçileri sola karşı ülkücülük adı altında savaşmışlar, bütün solu karşılarına alırken, merkez solda yer alan Atatürk’ün partisi ile Atatürkçü kesimleri de karşılarına almışlardır. Türkiye’yi her on yılda bir askeri yönetimlere sürükleyen anarşi ve terör dönemlerinde Atatürkçü ve milliyetçiler karşı kamplarda yer almışlar ve emperyal kışkırtmalarla birbirleriyle savaşmak zorunda kalmışlardır. Bu durum Türk devletinin içerden parçalanmasına giden yolu açmıştır. Devleti kuran ve koruması gereken bu iki çizginin birbirine karşı bir noktaya gelmeleri, Türk devletinin yıkılmasına giden yolun başlangıcı olmuştur. Kargaşa ortamında Atatürkçüler ile milliyetçiler karşı karşıya gelirken, atı alan emperyalizm Üsküdar’ı geçmiştir. Türk devletinin iki sağlam unsuru birbiriyle çekişme noktasına geldiğinde, emperyalizm Türkiye’yi içerden ele geçirme şansını elde edebilmiştir.

SSCB’nin dağılmasından sonra komünizm tehlikesi ortadan kalkınca gerçek tehlikenin emperyalizm olduğu ortaya çıkmıştır. Milliyetçiler ülkücülük akımı çerçevesinde sol düşmanlığı yaparken emperyalizm karşıtlığını unutmuşlardı. En büyük emperyalist olan Avrupa ve Amerika’ya karşı değil ama sola ve SSCB’ye karşı mücadele ediyorlardı. Atatürkçüler ise Atatürk’ün ulusal sol anlayışı çerçevesinde daha dengeli hareket ediyorlar ama onlar da Avrupa süreci içerisinde milliyetçilikten uzaklaşarak batıcılığa kayıyorlardı. İki kutuplu dünya çöküp küreselleşme dönemine geçilince, tek ortak tehlikenin emperyalizm olduğu kesinlik kazanmıştır. İşte bu aşamada bütün dünyadaki milli devletlerle beraber bir milli devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nde aynı noktaya gelerek gerçek tehlikenin emperyalizm olduğu konusunda düşünce birliğine varılmıştır. Finanskapital’in öncülüğünde bir küresel sermaye imparatorluğu isteyen patronlar kulübü sosyalist sistemden sonra ulus devletleri de tasfiye etmek isteyince, dünyanın her köşesinde yer alan ulus devletler kendilerini korumaya başlamışlardır. Türkiye Cumhuriyeti de ulusal refleksleri ile kendilerini koruma noktasına gelince milliyetçi parti ile Atatürkçü gelenekten gelen bir başka parti Türkiye’de koalisyon yapabilmişlerdir.

Bugünkü aşamada, küreselleşmenin on beşinci yılı tamamlanırken AB sürecinde Türk Devletinin yarısı tasfiye edilmiştir. Anadolu ve Balkanlar’da yer alan Türkiye Cumhuriyeti artık merkezi bir devlet olmaktan çıkarılmakta, ulusal sınırlar içinde Türk ulusu olarak yaşayan Türk halkı Kopenhag kriterleri ile hızla alt kimlikli bir yapıya dönüştürülmek istenmektedir. Ulusal kurtuluş savaşı vererek tarih sahnesine çıkan Türk milleti ile birlikte Türk devleti de bu coğrafyadan silinmek istenmektedir. Yeniden Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarındaki duruma dönülmüştür. Bu aşamada, imparatorluktan ulus devlete gidişi sağlayan ve ulusal kurtuluş savaşını beraberce vererek milli bir devlet kuran Atatürkçülerle milliyetçilerin, çatısı altında yaşadıkları milli devletlerini korumak ve ayakta tutabilmek için bir araya gelmeleri zorunluluğunu ortaya çıkarmıştır. Henüz yürürlükte olan TC Anayasasında belirtildiği gibi devletimizin temel özelliği olan Atatürk milliyetçiliği anlayışı çerçevesinde bir an önce Atatürkçülerle milliyetçilerin bir araya gelmeleri gerekmektedir. Bu coğrafyada Türkiye Cumhuriyeti’nin başka türlü yaşama şansı kalmamıştır. Atatürk’ün partisi ile milliyetçi parti anayasadaki Atatürk milliyetçiliği ilkesinde bir araya gelerek Türkiye Cumhuriyeti devletini onararak ve bu bölgedeki emperyalist planlara karşı koruyacak bir milli koalisyonu bu yıl içinde yapılacak genel seçimlerde Türk milletinin önüne ulusal bir alternatif olarak koymaları gerekmektedir. Türk milletinin bu iki büyük partiyi Türkiye’nin geleceği için ortak hareket etmeye zorlamasında ulusal çıkarlar açısından yaşamsal önem vardır.

12 Kasım 2018 Pazartesi

BU NE CÜRET!..ANDIMIZ'A HAKARET. MİLLİ (!) EĞİTİM Bakanlığı'dan Danıştay'a skandal Andımız itiraz dilekçesi "Bakan istifa etmeli" MEB’in Andımız’a karşı Danıştay’a verdiği dilekçede 'Öğrenci Andı’nın çağdışı olduğu' savunuldu!

ANDIMIZ'A HAKARET!..
MEB'den Danıştay'a skandal Andımız (itiraz/temyiz) dilekçesi 
"MEB’in Andımız’a karşı Danıştay’a sunduğu temyiz dilekçesine Cumhuriyet ulaştı. MEB, dilekçesinde Öğrenci Andı’nın çağdışı olduğunu savundu." 
Milli Eğitim Bakanlığı’nın (MEB) Öğrenci Andı’nı mahkeme kararıyla tarihe gömmek için Danıştay’a gönderdiği itiraz (temyiz) dilekçesi tam bir skandal. İtiraz ve temyiz dilekçesinde; Öğrenci Andı’nı “çağdışı ve bilimsel değil” diyerek eleştiren MİLLİ (!) EĞİTİM BAKANLIĞI, faşizm ve komünizm uygulamalarına benzetti. Okulların ideolojikleşmesi ve askerileşmesine Andımız’ın neden olduğunu iddia eden MEB, Danıştau’dan kararını bozmasını istedi.Danıştay 8. Dairesi’nin kararına karşın Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın “Bu metin bu ülkede, ezanı Türkçe okumak, okutmak isteyenlerin eseridir. Danıştay’ın bu kararı iyi niyetli değil” tepkisinin ardından Öğrenci Andı’nı okullara döndürmek yerine kararı temyiz eden MEB'in skandal gerekçelerine Cumhuriyet ulaştı.
‘And işlevselliğini yitirdi’
MEB Hukuk Hizmetleri Genel Müdürlüğü’nün hazırladığı 11 sayfalık temyiz dilekçesinde ilk olarak davacı eğitim sendikalarının taraf olarak davayı açma ehliyetlerinin olmadığı savunuldu. Davanın reddedilmesini isteyen MEB, ardından ise esasa ilişkin iddialarını sıraladı. Andımız’ın tarihe gömülmesi için kesin karar verilmesini isteyen MEB, “Milli Kimlik, Uluslaşma ve Öğrenci Andı” başlığı altında Bozkurt Güvenç ve Süleyman Yıldız’dan alıntılar yaparak Andımız’daki Türklüğe ilişkin ibaraler hakkında kimlik kavramına ilişkin açıklamalarda bulundu. Türk ulusal kimliğinin tarih sahnesine çok geç çıktığı belirtilen dilekçede, Osmanlıcılık ve Fransız İhtilali’ne de değinilerek “Türkler kendi çağdaşı unsurlara göre ulus bilincine en geç ulaşan topluluktur. Türkiye Cumhuriyet’ini kuran kadro zaten gecikmiş olan süreci hızlandırmak için yoğun çaba harcamıştır. Özellikle 30’lu yıllarda benimsenen politika, artık toprak bütünlüğünü garanti altına alan bir ülkenin milli bütünlüğünü de sağlamasıydı. Öğrenci Andı da bu amaçla benimsenmiş ve ilkokullarda okutulmaya başlanmıştır. Ulus bilincine geç ulaşan bir toplumda bu çeşit sembol ve ritüellerin kullanılarak, ortak bir milli kimlik inşa edilmeye çalışılması anlaşılabilir bir durumdur. Ancak 2023 yılında yüzüncü yılını dolduracak olan Türkiye Cumhuriyeti’nde toplumun zaten bir milli kimlik kazanmış olduğunu kabul etmek gerekir. Yani Öğrenci Andı işlevselliğini yitirmiştir. Hal böyleyken 21. yüzyıl Türkiye’sinde 30’lu yılların ritüellerini benimsemek anakronik (çağdışı) bir yaklaşım olacaktır” denildi.
Dilekçede ayrıca eğitim bilim yönünden de Andımız’a yönelik değerlendirmelerde bulunan MEB, 1910’dan itibaren davranışçı modelin benimsendiğini, bu modelin 70’li yıllardan itibaren terk edildiğini ve bu süreci “Bir şeyin tekrar ettirilerek dikte edilmesi, empoze edilmesi, bir anlamda ‘kafasına vura vura belletilmesi” olarak tasvir etti. 2000’li yıllardan itibaren kabul gören eğitimbilim anlayışının bilişsel olduğunu Türk Milli Eğitim Sistemi’nin 2005 yılından itibaren ‘yapılandırmacı’ yaklaşımı benimsediğini belirtti.
MEB dilekçesinde de bu konuda “Andımız gibi uygulamalar, 1900’lü yılların ilk yarısında yaygın olarak kullanılan uygulamalardır. Gerek faşizm gerekse komünizm bu ve benzeri uygulamaları sıkça kullanmıştır. Askeri ağırlıklı rejimler bu tür uygulamaları temel almıştır. Bunun bir yansıması olarak da okullarda da kullanılmaya başlanmıştır. Bu aynı zamanda okulların ideolojikleşmesi ve askerileşmesi anlamına gelmektedir. Oysa günümüzde bu yaklaşım terk edilmiştir. Okullarımızda aleni hiçbir ideoloji savunulmamaktadır, askeri bir disiplin uygulaması da bulunmamaktadır” denildi.
‘Papağan gibi’
Yeni kuşağın kendilerine empoze edilmeye çalışılan düşünce ve özelliklerden hoşlanmadığını belirten MEB, günümüz eğitimbilimi anlayışına göre Andımız hakkında, “Öğrencilerin her gün ‘papağan gibi’ tekrarlayacakları sözler yerine, konuşup tartışarak ve yaşayarak edinecekleri özellikler günümüz eğitiminin önemli bir kısmını oluşturmaktadır. Her sabah öğrencilerin sıraya sokulup tekrarlatılarak bir takım değerlerin kazandırılmaya çalışılması hem Türk Milli Eğitimi’nin benimsediği eğitim anlayışına hem de dünyada genel kabul gören eğitimbilim anlayışına uygun değildir” değerlendirmesi yaptı. Bununla da yetinmeyen MEB, Öğrenci Andı’nı okuyan kuşakları üstü kapalı olarak eleştirerek “Andımızı 1933 yılından itibaren söyleyen kuşakların And’daki ifadelere ne denli uygun yurttaşlar olarak geliştikleri, etkisini anlamak açısından konu bir bütüncül yaklaşımla değerlendirilmelidir” ifadelerini kullandı.
‘Yanlış anlaşılmalar’
MEB, Öğrenci Andı’nın kaldırılma gerekçesine ilişkin olarak ise dilekçesinde, “Yapılan değişiklikle toplumumuzun geçirmiş olduğu sosyo-kültürel değişimler neticesinde Andımız’da yer alan ifadelere dair yanlış anlaşılmalara sebep olacak yaklaşımların önüne geçilmesi amaçlanmıştır. Sadece Andımız’ın kaldırılması bunlara aykırılık teşkil etmemektedir” denildi. Son yapılan bütüncül müfredat değişimiyle öğretim programlarından Atatürk’e ilişkin bölümleri daraltan MEB, “Eğitimin her tür ve kademesinde Atatürk milliyetçiliği ve Cumhuriyetin temel nitelikleri pekiştirilmektedir. Toplumsal dönüşümler sürecinde bu tür düzenlemeler yapılması Atatürk İlke ve İnkılapları ile de bağdaşmaktadır. Zamanın getirdiği dünya gerçekleri bu değişimi zorunlu kılmıştır. Nitekim Cumhuriyetin kurulduğu 1923 yılından 1933 yılına kadar okullarımızda Andımız okunmamıştır” ifadeleri de dikkat çekti.
REFERANS & KAYNAK: 
Cumhuriyet Gazetesi MANŞET Yayınlanma tarihi: 11/12 Kasım 2018 Pazar-Pazartesi

10 Kasım 2018 Cumartesi

"O'nu (Kurucu Önder Gazi Mareşal Mustafa Kemal ATATÜRK'ü) ebedi hayata yükselişinin 80. yılında rahmet, minnet, saygı ve şükranla anıyoruz."

Vefatının 80. yıl dönümünde devletimizin kurucusu, istiklal mücadelemizin lideri Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ü rahmet, minnet, saygı ve şükranla anıyoruz. Allah (CC) Rahmet, ülfet ve mağfiret eylesin. Nur ve huzur içinde istirahat etsin; Mekânı ve makamı Cennet olsun inşallah.

1 Kasım 2018 Perşembe

SOKRATES’İN SAVUNMASI (Çürümüş, yozlaşmış ve tefessüh etmiş bir toplum durumuna düşen "Suçlayıcı Atinalılar" ve Dönemin İyilik, İnsanlık, Yüksek Ahlâk, Eşitlik, Adalet ve Fazilet Timsali Filozof Sokrates'in Savunması...)

Suçlayıcı Atinalılar ve Sokrates'in Savunması...
SOKRATES’İN SAVUNMASI
(I)
Atinalılar! Beni suçlayanların üzerinizdeki tesirini bilemiyorum; fakat sözleri o kadar kandırıcı idi ki ben kendi hesabıma onları dinlerken az daha kim olduğumu unutuyordum. Böyle olmakla beraber, inanın ki doğru tek söz bile söylememiş-lerdir. Ancak, uydurdukları birçok yalan-lar arasında, beni usta bir hatip diye gös-tererek sözlerimin belagatine* (Konuyu bütün yönleriyle kavrayarak hiçbir yanlış ve eksik anlayışa yer bırakmayan, yorum gerektirmeyen, yapmacıktan uzak, düzgün anlatma sanatı.)kanmamak için sizi uyanık bulunmaya davet etmelerine çok şaştım. Ağzımı açar açmaz hiç de güzel söyleyen bir adam olmadığım meydana çıkacak, yalancılıkları elbette anlaşı-lacak olduğu halde, bunu söylemek için insan doğrusu çok utanmaz olmalı. Eğer onlar her doğru söyleyen adama hatip diyorlarsa, diyeceğim yok. Bunu demek istiyorlarsa ben hatip olduğumu kabul ederim; ama onların anladığından bam-başka manada. Herhalde, demin de dediğim gibi, söylediklerinde doğru bir taraf hemen hemen yoktur; ben ise size bütün hakikati söyleyeceğim. Fakat Atinalılar, ben onlar gibi baştanbaşa parlak ve gösterişli sözlerle bezenmiş hazır bir nutuk söyleyecek değilim; Tanrı korusun. Hayır, şu anda iyi kötü dilim döndüğü kadar söyleyeceğim; çünkü bütün diyeceklerimin doğru olduğuna inanıyorum. İçinizde kimse benim doğrudan başka bir şey söyleyeceğimi sanmasın. Toy delikanlılarımız gibi huzurunuzda birtakım süslü cümlelerle konuşmak, benim yaşımdaki bir adama yakışmaz. Sizden yalnız şunu dileye-ceğim: kendimi savunurken öteden beri alışık olduğum gibi konuştuğumu, agorada, sarraf tezgâhlarında, o gibi yerlerde nasıl konuşursam burada da öyle konuştuğumu görürseniz şaşırmayınız, o yüzden de sözümü kesmeyiniz. Çünkü ben yetmişimi aştığım halde ilk defa olarak yargıç huzurunda bulunuyorum; bu yerin diline bütün bütüne yabancıyım. Bunun için, bir yabancının ana deli ile kendi yurdu adetlerine göre konuşmasını nasıl tabii karşılarsanız beni de tıpkı bir yabancı sayarak alışık olduğum gibi konuşmama müsaade ediniz. Bu dileğimi yersiz bulmayacağınızı umarım. Söyleyiş iyi veya kötü olmuş, bundan ne çıkar? Siz yalnız benim doğru söyleyip söylemedi-ğime bakiniz, asıl buna önem veriniz. Zaten yargıcın asıl meziyeti (üstünlüğü) buradadır; nasıl ki hatibinki de doğruyu söylemektir.
Atinalılar! Önce bana yönelmiş olan daha eski suçlamalara ve beni çok daha eskiden beri suçlayanlara cevap vermek isterim, bundan sonra daha yenilerine cevap vereceğim.
Çünkü Atinalılar, yıllardan beri haksız yere beni size karşı suçlayıp duran birçok kimseler olmuştur; Anytos ile arkadaşları benim için daha az tehlikeli olmamakla beraber, ben bunlardan daha çok korkarım. Evet, yargıçlarım, bunlar daha tehlikelidirler; çünkü bunlar birçoğu-nuzu(n) ta çocukluğunuzdan beri yalanlarla kandırarak güya göklerde olup bitenlerle uğraşan, yerin altında neler geçtiğini araştıran, yanlışı doğru gibi göstermeyi beceren, Sokrates adlı bir bilgin olduğuna sizi inandırmışlardır. Beni suçlayanlar içinde en çok korktuklarım, 2 işte bu masalı yayanlardır; çünkü bunları dinleyenler, bu gibi meselelerle uğraşanlar tanrılara inanmaz sanıyorlar. İnanınız, bu adamlar çoktur; eskiden beri beni bununla suçluyorlar. Üstelik bunları, çocukluğunuzda olsun, gençliğinizde olsun, daha çok tesir altında kala-bileceğiniz çağlarda iken, kulaklarınıza doldurmuşlardı. Hem bu suçlamalar, karşılarında kendilerine cevap verecek kimse olmadan, benim arkamdan oluyordu. Bir komedi yazarını bir yana bırakırsak, ötekilerinin adını ne biliyorum, ne de size söyleyecek durum-dayım, işin en korkunç tarafı işte bu. Kıskançlıkları, kötülükleri yüzünden, bazen ilkin kendilerini bile inandırmaya kadar vararak, sizi bütün bu suçlamalara inandıran bu adamlar, uğraşılması en güç olanlardır, çünkü bunları ne buraya getirmek ne de söylediklerini çürütmek mümkündür. Bu yüzden kendimi savunurken sadece gölgelerle çarpışmak, karşımda cevap verecek biri olmadan iddialarının yanlışlığını göstermek zorunda kalıyorum. O halde, demin de dediğim gibi, düşmanlarımın iki çeşit olduğunu görüyorsunuz: bir beni şimdi suçlayanlar, bir de eskiden suçlamış olanlar. Umarım ki, ilkin ikincilere cevap vermemi siz de yerinde bulursunuz; çünkü bunları hem ötekilerden daha önce, hem de daha sık duymuşsunuzdur.
O halde, Atinalılar, artık savunmama başlayabilirim. Yıllardan beri kafanızda kökleşmiş olan bir suçlamayı kısa bir zamanda söküp atmaya çalışmalıyım. Eğer hakkımda ve hakkınızda hayırlı ise, bunu başarmayı ve kendimi temize çıkarmayı temenni ederim. Ama bunun kolay bir iş olmadığını da iyice biliyorum. Her ne ise, bunu Tanrının buyruğuna bırakalım; bana düşen vazife, kanunun emrine göre kendimi savunmaktır.
Baştan başlayarak, benim kötülen-meme yol açan ve Meletos'u bu davayı aleyhime açmaya cesaretlendiren suçla-manın ne olduğunu araştıralım. Bir defa, bana iftira edenler bakalım ne diyorlar. Beni dava ettiklerini farz ederek bun-ların suçlamalarını şöyle kısaca bir toplayacağım: “Sokrates kötü bir insan-dır: yeraltında, gökyüzünde olup biten-lere karışıyor, eğriyi doğru diye göste-riyor, bunları başkalarına da öğretiyor.” Suçlamanın aşağı yukarı özü bu. Aristophanes'in komedyasında gördüğü-nüz gibi: sahnede Sokrates adlı bir adam dolaştırılıyor, havada gezdiğinden, benim hiç ama hiç anlamadığım şeylerden dem vurarak bir sürü saçma sapan sözler söylüyor. Bunu, böyle bir bilgisi olanlar varsa onları küçültmek için söylemiyorum. Meletos'un bana açtığı bu davadan kurtulamayayım ki, Atinalılar, gerçekte benim bunlar üzerinde en küçük bir fikrim bile yoktur. Burada bulunanların çoğu bunun doğru-luğuna şahittir, onlara hitap ediyorum: beni dinleyenler, içinizde bu meseleler hakkında şimdiye kadar tek söz söyle-diğimi bilen varsa buradakilere söylesin. Cevaplarını istiyorsunuz. Suçlamanın bu kısmına verdikleri bu cevap karşısında, geri kalanının doğruluğu hakkında da bir hüküm verebilirsiniz. Bunun gibi, benim para ile ders vermekte olduğuma dair dolaşan sözün de hiç bir temeli yoktur, bu da ötekiler kadar asılsızdır. 3
Doğrusu, bir kimsenin insanlara gerçekten bir şey öğretmesi mümkün olsaydı, buna karşılık para alması bence o kimse için bir şeref olurdu. Leontinoi'li Gorgias gibi, Keos'lu Prodikos gibi, Elis'li Hippias gibi şehir şehir gezerek ders veren gençlerin kendi hemşeh-rilerinden parasız ders almaları pekâlâ mümkün iken, onları bu hemşerilerinden ayırarak kendilerine çekecek kadar kandıran, dersleri için para almakla kalmayıp üstelik bu parayı lütfen kabul ettiklerinden dolayı bir de teşekkür ettiren kimseler var! Şimdi Atina’da Paros'lu bir bilgin varmış. Bu adamı öğrenişim şöyle olmuştu: bir gün, bilgicilerin (sofist) uğruna dünya kadar para harcayan Hipponikos oğlu Kallias'a rastlamıştım: bu zatın iki oğlu olduğunu biliyordum, onun için kendisine sordum: “Kallias, dedim, iki oğlun olacağına iki tavuğun veya buzağın olsaydı, bunları, eline verecek birini bulmakta zorluk çekmezdik; onları kendi tabiatlarının (huy) mümkün kıldığı ölçüde yetiştirecek ve olgunlaştıracak bir seyis veya bir çiftçi tutardık; fakat mademki birer insandırlar, onları kimin eline vereceğini biliyor musun? Onları bir insan ve bir yurttaş olarak yetiştirecek biri var mıdır? Herhalde, senin oğulların olduğuna göre bu meseleyi düşünmüşsündür? Ne dersin, böyle bir kimse var mı?” Kallias bana, “evet vardır” dedi. “Öyleyse kim? nereli? Derslerini kaça veriyor?” diye sorunca, “Paros'lu Evenos, dersine beş mina* (Eski Helen parası.) alıyor” cevabını verdi. O zaman kendi kendime düşündüm ve dedim ki: Evenos gerçekten böyle bir bilgin ise, bu bilgisini bu kadar ucuza öğretiyorsa, doğrusu bahtiyarmış. Bende de böyle bir bilgi olsaydı, gerçekten ben de gurur ve sevinç duyardım; fakat Atinalılar, doğrusu benim böyle bir bilgim yoktur.
Belki içinizden biri bütün bunlara karşı diyecek ki: “Sokrates, bunların hepsi güzel ama uğradığın bu suçlamalar nereden çıkıyor? Herhalde alışılanın dışında bir şey yapmış olacaksın ki aleyhine bu gibi suçlamalar var. Sen de herkes gibi olaydın bütün bu dedi kodular çıkmazdı; o halde, hakkında acele bir hüküm vermemizi istemiyorsan bite bunların sebebini anlat.”
Bu itirazın haklı ve yerinde olduğunu kabul ederim; onun için ben de size bu kötü şöhretimin nereden çıktığını anlatacağım. Lütfen dikkatle dinleyiniz. Bazılarınız belki şaka ediyorum sanacak; ama inanın ki tamamıyla doğru söylüyorum. Atinalılar, bu şöhret bende bulunan bir nevi bilgiden, sadece ondan çıkmıştır. Bunun ne biçim bir bilgi olduğunu sorarsanız derim ki “bu, herkesin elde edebileceği bir bilgidir” ben de ancak bu manada bilgim olduğunu sanıyorum. Hâlbuki sözünü ettiğim kimselerin bende olmadığı için size anlatamayacağım insanüstü bilgileri var. Benim böyle bir bilgim olduğunu söyleyen yalan söyler, bana iftira eder. Atinalılar, size belki mübalağa (abartı) ediyorum gibi gelecek, fakat sözümü kesmemenizi dilerim. Çünkü size şimdi söyleyeceğim sözler benim sözlerim değildir. Size güvenilir bir şahit göstereceğim. Benim bir bilgim varsa, bunun nasıl bir bilgi olduğunu Delphoi tanrısından dinleyin Khairephon'u tanırsınız; çok eski bir arkadaşımdı, 4
sizin de dostunuzdu, geçen sürgünde o da sizinle birlikteydi, dönerken de birlikte gelmiştiniz. Khairephon'un huyunu bilirsiniz, kafasına koyduğu şeyi muhak-kak yapardı. Bir gün
Delphoi'ye gitmiş -lütfen sözümü kesmeyiniz-, benden daha bilgin bir kimse olup olmadığını tanrıya çekin-meden sormuş; Python'lu tanrı-sözcüsü de benden daha bilgin bir adam olmadığını söylemiş. Khairephon bugün sağ değil, ama kardeşi burada mahke-mededir, söylediklerimin doğruluğunu tasdik edebilir.
Bunu size sırf bu kötü şöhretimin nereden çıktığını göstermek için söylüyorum. Tanrının bu cevabını öğrenince düşündüm: Tanrı bu sözüyle ne demek istemiş? Bu muamma nedir? Çünkü az olsun, çok olsun, bende böyle bir bilgi olmadığını biliyorum. Böyle olduğu halde insanların en bilgini olduğumu söylemekle ne demek istiyordu? Tanrı yalan söylemez, yalan onun özü ile uzlaşır bir şey değil. Ne demek istediğini uzun zaman düşündüm; en sonunda için aslını bir deneyim dedim. Bilgisi belli birini bulup Tanrıya gider, sözünü çürütmek için derim ki: İşte benden daha bilgili bir adam; oysaki sen benim için en bilgili demişsin. Bunun üzerine bilgisi ile ün almış birine gittim, kendisine iyice baktım. Adı lazım değil, denemek için seçtiğim bu adam devlet işleriyle uğraşır. Vardığım sonuç şu oldu: bu adam çok kimselere, hele kendisine bilgin gözüküyor ama gerçekten hiçbir bilgisi yok. Bunun üzerine kendisini bilgin sandığını, hakikatte ise olmadığını anlatmaya çalıştım. Bunun sonucu, onun da, üstelik orada bulunup beni dinleyen birçok kimselerin de düşmanlığını kazanmak oldu. Yanından ayrılırken kendi kendime dedim ki: doğrusu belki ikimizin de iyi, güzel bir şey bildiğimiz yok; ama gene ben ondan bilginim; çünkü o hiçbir şey bilmediği halde bildiğini sanıyor; ben ise bilmiyorum ama bildiğimi de sanmıyorum. Demek ben ondan biraz bilgiliyim, çünkü bilmediklerimi bilirim sanmıyorum. Bundan sonra başka birine, daha da çok bilgili tanınan başka birine gittim. Gene o sonuca vardım; onun da, daha birçoklarının da düşmanlığını kazandım.
Böylece, kendime birçok düşmanlar edindiğimi bile bile, birini bırakıp ötekine gidiyor, gittikçe umutsuzlaşıyor ve kederleniyordum. Artık boynumun borcu oldu, her şeyden önce tanrının sözünü göz önünde tutmalıyım, diyor-dum. Bilgili denen kim varsa ona başvurarak Tanrının ne demek istediğini anlamam gerekti. Size doğruyu söyle-meliyim. Atinalılar, köpek hakki için, bütün o araştırmalarımda baktım, asıl bilgisizler, bilgilidir diye tanınmış olanlar! Boştur denenlerde ise daha çok akıl var. Size bütün o dolaşıp durma-larımı anlatayım, Atinalılar: o kadar didindim, tanrının sözünü çürütemedim. Devlet adamlarından sonra tragedya yazanlara, dithyrambos şairlerine, her çeşidinden şairlere başvurdum. Kendi kendime, artık bu sefer göreceksin, kendinin onlardan çok daha bilgisiz olduğunu anlayacaksın, diyordum. Yazılarından bence en işlenmiş parçaları seçtim, ne demek istemiş olduklarını gidip kendilerinden sordum,5
bir şey öğreneceğimi umuyordum. Yargıçlar, inanır mısınız? Doğruyu söylemeye utanıyorum; ama söylemeli-yim. O şairlerin, eserleri hakkında dedikleri, orada bulunan hemen herkesin diyebileceğinden daha iyi değildi. O zaman anladım ki şairler eserlerini bilgilerinden değil, bir çeşit içgüdü ile Tanrıdan gelme bir ilhamla yazıyorlar, tıpkı bir sürü güzel şeyler söyleyip de dediklerinden bir şey anlamayan tanrı-sözcüleri, biliciler gibi. Şairler için de öyle olduğunu gördüm; üstelik onlar, kendilerinde şairlik var diye, bilmedikleri şeylerde de insanların en bilgini olduklarını sanıyorlar. Yanlarından ayrılırken anlamıştım ki, devlet adamları karşısında nasıl bir üstünlüğüm varsa, onlardan da böylece üstünüm.
En son, ustalara gittim: çünkü kendimin bir şey bilmediğimin farkında olduğum gibi, onların da hem çok, hem iyi şeyler bildiklerine emindim. Bu sefer aldanmamışım; onlar benim bilmediğim birçok şeyleri gerçekten biliyorlardı ve bunda hiç şüphesiz benden daha bilgin idiler. Ama Atinalılar, gördüm ki iyi ustalarda da şairlerdeki kusur var; kendi işlerinin eri oldukları için en yüksek şeylerden de anladıklarını sanıyorlar, böyle sandıkları için de asıl bilgileri gölgede kalıyordu, o kadar ki Tanrının sözüne geldim, onlar gibi bilgin, onlar gibi de bilgisiz olmaktansa, bilgilerini de, bilgisizliklerini de edinmeyip olduğum gibi kalmak daha iyi değil mi? diye düşündüm; gerek kendime, gerek Tanrı sözüne cevap vererek, benim için olduğum gibi kalmak daha iyi, dedim.
Atinalılar, bütün bu araştırmalarım birçok düşmanlar, hem de en kötü, en tehlikeli soyundan düşmanlar edinmeme sebep oldu; birçok iftiralara yol açtı; adim bilge diye çıktı, çünkü beni dinleyenler, başkalarında bulunmadığını gösterdiğim bilginin bende bulunduğunu sandılar. Asıl bilen, Atina yargıçları, belki yalnız Tanrıdır; o sözü ile de insan bilgisinin büyük bir şey olmadığını, hatta hiçbir şey olmadığını göstermek istemiştir; Sokrates demiş olması ancak bir söz gelişidir; "ey insanlar! Aranızda en bilgesi, Sokrates gibi bilgeliğinin gerçekte bir hiç olduğunu bilendir" demek istemiş. İşte böylece Tanrının sözünü düşünerek yer yer dolaşıyor, yurttaş olsun, yabancı olsun, bilge sandığım kimi bulursam konuşup soruyorum; bilge olmadıklarını anla-yınca da, Tanrı sözüne hak vererek bilge olmadıklarını kendilerine gösteriyorum. Bu iş bütün vaktimi alıyor, bu yüzden devlet işleriyle de, kendi işlerimle de iyice uğraşacak vakit bulamıyorum; o kadar ki, Tanrıya hizmet edeyim diye yoksul kaldım.
Dahası var: birtakım gençler kendilik-lerinden başıma toplanıyor; babaları zengin, vakitleri bol; ben önüme aldığım adama sorular sorarken durup dinliyor-lar; üstelik bilgiçlerin sorguya çekilme-sini dinlemekten hoşlanıyorlar, çok defa bana benzeyerek kendileri de başkalarını denemeye kalkışıyorlar; az bir bilgiyle hatta büsbütün bilgisiz, kendilerini bilgin sananlar sayısız: bunu o delikan-lılar da buluyorlar. Sıkıştırdıkları adam-lar kendilerine kızacaklarına bana kızı-yor, “ah! bu alçak Sokrates! gençleri baştan çıkarıyor!..” diyorlar.6
Hâlbuki biri çıkıp da kendilerine sorsa “peki ama bunun için ne yapıyor? Ne öğretiyor?” dese ne cevap vereceklerini bilmezler; fakat şaşkınlıklarını belli etmemek için de her zaman filozoflara karşı çevrilen “bulutlarda, yerin dibinde olup bitenleri öğretmek”, “tanrılara inanmamak”, “iyiyi kötü göstermek” gibi beylik sözleri sayıp dökerler; çünkü bir şey bilmedikleri halde biliyor görünmek istemelerinin açığa vuruldu-ğunu söylemeğe bir türlü dilleri varmaz. Onlar ille iyi tanınacağız, sözümüz geçecek diyen, hem de kalabalık insanlardır; benim sözüm açılınca, bir ağızdan konuşup karşıla-rındakini kandırmayı bildikleri için, öteden beri, ağır iftiralarla kulak-larımızı doldurdular, gene de dolduru-yorlar. Meletos'a Anytos'a, Lykon'a, bana saldırmak cesaretini veren, işte bu iftiralardır. Meletos, şairlerin, Anytos, ustalarla politikacıların, Lykon da hatiplerin kinlerine tercüman olmuştur. Sözüme başlarken de dediğim gibi, böyle kök salmış bir iftiradan kendimi böyle az bir zamanda temize çıkarabile-ceğimi ummam. İşte, Atinalılar, size doğruyu söyledim; büyük, küçük, bir şeyi saklamadım, bir şeyi değiştir-medim. Biliyorum ki bu yüzden yine garazlarına uğrayacağım; bu da gösterir ki ben doğruyu söylüyorum, bana iftira ediliyor, sebebi de budur. Simdi arayın, sonra arayın, bulacağınız hep budur.
Beni suçlayanların birincilerine karşı bu kadar savunma yeter; şimdi ikin-cilere dönüyorum. Bunların başında Meletos, kendi sözüyle, iyi, yurdunu gerçekten seven Meletos var. Bunlara karşı da kendimi savunmaya çalışa-cağım. Nelerden şikâyet ettiklerini bir okuyalım. Aşağı yukarı şöyle deniyor: Sokrates, gençleri doğru yoldan ayırmakla, devletin tanrılarına inanma-makla, bunların yerine yeni yeni tanrılar koymakla suçludur. İşte bana yükledikleri suçlar; bunların hepsini ele alalım.
Gençleri doğru yoldan ayırmak sucunu işliyormuşum, ben de iddia ediyorum ki Meletos ciddi şeyleri alaya alarak herkesle eğlenmekten, gerçekte üzerinde hiç uğraşmadığı işlere güya taassup (bağnazlık) ve ilgi göstererek herkesi mahkemeye sürüklemekten suçludur. Bunun böyle olduğunu size ispata çalışacağım.
Meletos, şöyle gel, bana cevap ver:
- Gençlerimizin mümkün olduğu kadar erdemli olmalarına çok önem veriyor-sun, değil mi?
- Tabii veriyorum.
- O halde, onları daha iyi kılanın kim olduğunu da yargıçlara söyle. Mademki onları doğru yoldan ayıranı meydana çıkarmak zahmetine katlan-mışsın ve yargıçların karşısında beni göstererek bu suçlunun ben olduğumu iddia ediyorsun, o halde şunu da bilmen gerekecektir. Onları terbiye edenler kim yargıçlara adları ile söyle… Gördün mü Meletos, susu-yorsun işte. Bir şey söylemiyorsun ama bu susman, senin için utanılacak bir şey değil mi? Mesele ile hiçbir ilişiğin yoktur dememin bu, açık bir kanıtı değil mi? Söyle dostum, söyle, gençleri daha iyi kılan nedir?
- Kanunlar. 7
- Fakat, delikanlım, bu benim soruma cevap değil ki. Ben şunu bilmek istiyorum: her şeyden önce bu kanunları bilen kim?
- İşte bu mahkemedeki yargıçlar. Sokrates.
- Ne dedin? Nasıl, Meletos? Onlar gençleri yetiştirebilir, daha iyi kılar mı diyorsun?
- Elbette.
- Hepsi mi, yoksa bazıları mı?
- Hepsi.
- Ira* (Hera-Zeus’un kız kardeşi) hakkı için ne güzel söz! Demek gençleri daha iyi kılanlar birçok kimselermiş. O halde, söyle bakalım, burada bizi dinleyenler de gençliği terbiye ediyorlar mı?
- Evet onlar da.
- Peki, ya bule* (Atina senatosu) üyeleri?
- Onlar da.
- Acaba ekklesia'da* (Halk meclisi) top-lanan yurttaşlar gençliği doğru yoldan ayırıyorlar mı, yoksa onlar da terbiye mi ediyorlar dersin?
- Onlar da terbiye ediyorlar.
- O halde, benden başka, bütün Atina’ lılar onları güzel ve iyi kılıyorlar; onları yalnız ben doğru yoldan ayırıyorum. İddian bu değil mi?
- Tam işte bu.
- Sen haklı isen, ben gerçekten, çok bahtsız bir adamım. Ama tut ki sana şöyle bir şey soruyorum; acaba sana göre atlar için de böyle mi? Atlara da herkesin, iyilik ettiğine, yalnız bir kimsenin kötülük ettiğine inanıyor musun? Hakikat bunun tam yersi değil mi? Atları, bir veya birkaç kişi, yani seyisler terbiye edebiliyor; kullananlar ise onları bozuyorlar, değil mi? Atlar için de, başka hayvanlar için de böyledir, değil mi Meletos? Bu, şüphesiz böyledir.; Anytos ile sen ne derseniz deyiniz, gençleri yalnız bir kişinin yanlış yola sürüklediği, ondan başka herkesin daha iyi kıldığı doğru olsaydı, bu onlar için gerçekten eşsiz bir bahtiyarlık olurdu. Ama hayır Meletos, gençler üzerinde hiç kafa yormadığını yetecek kadar gösterdim; senin kayıtsızlığın, bana karşı çevirdiğin şeyleri hiç umursamamış olmandan da açıkça anlaşılıyor.
Şimdi sana bir sorum daha var, Zeus hakkı için cevap ver; Sence kötü kimselerle birlikte yaşamak mı, yoksa iyi kimselerle birlikte yaşamak mı daha iyi?... Cevap versene dostum; zor bir şey sormuyorum. İyi insanlar yanların-dakilere hep iyilik, kötüler de kötülük ederler, değil mi?
- Şüphesiz.
- Şimdi, bir arada yasadığı kimselerden, faydalanan çok zarar görmek isteyen var mı?.. Cevap ver, dostum, kanun, cevap vermeni emrediyor. Zarar görmek isteyecek kimse var mıdır?
- Elbette yoktur.
- Peki, gençleri doğru yoldan çıkarıyor, kötülüğe götürüyor diye beni suçlu-yorsun; Bence ben bu suçu bilerek mi, bilmeyerek mi isliyorum?
- Bilerek diyorum.
- Demek ki, Meletos, iyilerin, yanların-dakilere iyilik, kötülerin ise kötülük ettikleri şu genç yaşında (8) senin yüksek zekanca bilinen bir gerçek olduğu halde, ben bu yasımda, birlikte yasamak zorunda olduğum bir kimseyi doğru yoldan ayırırsam, ondan bana zarar geleceğini bilmeyecek kadar karanlık ve bilgisizlik içindeyim; hem de bunu, iddiana göre, bile bile yapıyorum. Meletos, buna ne beni inandırabilirsin, ne de başkalarını.
Öyleyse ya ben onları doğru yoldan çıkarmıyorum yahut da çıkarıyorsam bunu bilmeyerek yapıyorum; her iki halde de yalan söylüyorsun. Bundan başka, işlediğim suç bilmeyerek işlen-mişse, kanun onu suç tanımaz; beni bir kenara çekerek ayrıca hatırlatman ve öğüt vermen gerekirdi; çünkü öğütle, bilmeyerek işlediğim suçu herhalde islemekten vazgeçerdim; hâlbuki sen benimle konuşmaktan, bana öğretmekten kaçındın; bunu istemedin; beni mahke-meye, kanunun, aydınlatılması gereken-leri değil, cezalandırılması gerekenleri gönderdiği mahkemeye sürükledin.
Atinalılar, artik anlaşılıyor ki Meletos bu işlerle, az olsun çok olsun, kafa yormamıştır; ama Meletos sen gene söyle; ben gençleri nasıl yanlış yola sürüklüyorum? Yazdığın suçlamadan anladığıma göre, gençlere devletin tanı-dığı tanrıları tanımamayı, onların yerine başka tanrılara inanmayı öğretiyor-muşum; gençleri bozan derslerim bunlardır, diyorsun, değil mi?
- Evet, bunu bütün kuvvetimle iddia ediyorum.
- Öyleyse, Meletos, sözünü ettiğimiz tanrılar hakkı için ne demek istediğini bana ve bu yargıçlara daha açıkça anlat. Sence ben birtakım tanrılara inanmayı öğretiyormuşum; öyle ise o tanrılara ben kendim de inanıyorum, demek ki büsbütün tanrı bilmez değilim, böyle bir suç işlememişim; simdi sunu anlayalım: sen beni devletin tanrılarını bırakıp başka tanrılara inanmakla mı suçluyorsun yoksa tanrılara büsbütün inanmayıp bunu başkalarına da aşılamakla mı?
- Evet, ben senin hiçbir tanrıya inanmadığını söylüyorum.
- Şaşılacak şey! Meletos, bunu nereden çıkarıyorsun? Herkes gibi, güneşin veya ayın tanrılığına inanmadığımı mı söylemek istiyorsun?
- Emin olun, yargıçlar, inanmaz; çünkü güneşin taş, ayın toprak olduğunu söylüyor.
- Fakat, dostum Meletos, sen beni Anaksagoras sanmışsın da buraya çıkarmışsın. Buradaki yargıçları Klazomenai’li Anaksagoras'ın yazıla-rının bu kuramlarla dolu olduğunu bilmeyecek kadar boş ve cahil mi sanıyorsun? Gençler bu yazıları orkestrada en çok bir drahmiye satın alabilirlerse, Sokrates de bu fikirleri kendine mal edince delikanlılar onunla pekâlâ alay edebilirlerse, bunları neden gelip benden öğrensinler? Doğru söyle Meletos, sen gerçekten benim hiçbir tanrıya inanmadığımı mı sanıyorsun?
- Zeus'a yemin ederim ki, hiç, hiçbir tanrıya inanmıyorsun.
- Buna kimse inanmayacak. Atinalılar, bu Meletos azgının, küstahın biri; beni suçlaması da gençliğinden, hakaret olsun diye. Kim bilir, belki de beni denemek için bu muammayı(bilmece) uydurmuştur. Belki de, kendi kendine, 9
"bakalım bilgin Sokrates işi alaya alıp birbirini tutmaz sözler söylediğimi bulacak, meydana çıkaracak mı, yoksa onu da bizi dinleyenleri de aldatabilecek miyim?” demiştir. Bana öyle geliyor ki suçlamasında bir dediği bir dediğini tutmuyor. Sanki şöyle demiş; "Sokrates, tanrıların varlığına inanmamaktan, tanrılar olduğuna da inanmaktan suçludur”. Buna düpedüz alay derler.
Atinalılar, Meletos'un düştüğü tutmazlıkları benimle beraber gözden geçirin ve sen Meletos, bize cevap ver. Siz de benim ta baştaki dileğimi hatırlayın da alışık olduğum gibi söz söylersem, ses çıkarmayın. Dünyada bir kimse var mıdır ki, Meletos, insanlık işler olduğuna inansın da insanlar bulunduğuna inanmasın? Şunu söyleyin Atinalılar, kaçamaklı yollara sapmadan bana cevap versin. Bir adam bulunur mu ki at yoktur ama atın kullanıldığı işler vardır, flavtacılar yoktur ama flavtacılık vardır desin? Bulunmaz, dostum, bulun-maz. Mademki sen cevap vermekten kaçınıyorsun, sana da buradakilere de cevabı ben vereyim; ama hiç olmazsa şuna cevap ver; bir kimse var mıdır ki tanrılık işlere inansın da tanrılara inanmasın? Daimon'lara (ruhlar ve cinler) inan-masın da Daimonların kuvvetine inansın?
- Hayır, yoktur.
- Çok şükür, yargıçların zoruyla ağzın-dan bu cevabi alabildim. Demek daimonluk işlere, bu işler yeni olsun eski olsun, inandığımı ve bunları öğret-tiğimi iddia ediyorsun. O halde, söylediğine göre, ben daimonluk işlere inanıyorum. Suçlamanda buna yemin bile ediyorsun. Bu işlere inanıyorsam, onların var varlığına da ister istemez inanmam gerekir, öyle değil mi? Hiç şüphesiz, cevap vermediğine göre senin de ayni fikirde olduğunu kabul ediyorum. Peki, Daimonları tanrı veya tanrı okulları olarak alabiliriz, değil mi?
- Evet, şüphesiz.
- Öyle ise, söylediğim gibi, Daimonların varlığına inanıyorsam, öte yandan da, ne adla olursa olsun, Daimonlar bir nevi tanrı iseler, muammalar (bulmaca) çıkarıyorsun ve bizimle eğleniyorsun demekte haksız mıyım? Hem tanrılara inanmadığımı iddia ediyorsun, hem de biraz sonra Daimonlara inandığımı söylemekle tanrılara inandığımı kabul etmiş oluyorsun! Denildiği gibi Daimonlar, tanrıların nymphalar! veya başka analardan doğan piçleri iseler, tanrılar olmadığı halde, tanrıların çocukları olduğuna kim inanabilir? Bu katırın, eşekle atın çocuğu olduğuna, fakat eşeğin de atın da var olduğuna inanmamak kadar yersiz olur. Hayır, Meletos, sen bütün bu saçmaları ya beni denemek için kasten çıkarmış-sındır yahut da bana karşı ciddi bir suç bulamadığından suçlamana koydun. Fakat inan ki, aynı bir kimsenin daimonluk işlere inandığı halde, Daimonlara, tanrılara, kahramanlara inanmayacağına biraz anlayışı olan hiçbir kimseyi inandıramazsın.
Meletos'un suçlamalarına yeter ölçüde cevap verdim sanıyorum, daha fazla savunmama gerek yoktur. Bununla beraber, üzerime ne kadar çok kin çekmiş olduğumu düşünüyorum ve hüküm giymem gerekirse, 10
beni yok edecek olanın bu olduğunu, onun Meletos, Anytos değil, şimdiye kadar birçok iyi insanların ölümüne sebep olmuş, belki ileride de olacak olan iftira ve çekememezlik olduğunu düşünü-yorum; çünkü bu kurbanların sonuncusu herhalde ben olmasam gerek.
Belki biri şöyle diyecek: “Sokrates, seni böyle vakitsiz bir sona sürükleyen bir ömürden utanç duymuyor musun? Bana bunu soracak olana açıkça cevap verebilir ve diyebilirim ki: dostum, yanlıyorsun. Değeri olan bir kimse, yaşayacak mıyım yoksa ölecek miyim diye düşünmemelidir; bir iş görürken yalnız doğru mu eğri mi hareket ettiğini, cesaretli bir adam gibi mi yoksa tabansızca mı hareket ettiğini, düşün-melidir. Hâlbuki sizin özünüzde, Troia'da ölen kahramanların, hele namussuzluğa karşı her türlü tehlikeyi küçümseyen Thetis’in oğlunun bir değeri olmaması lazım. Hektor'u öldürmek için sabırsız-lanırken, anası tanrı ona, yanılmıyorsam, aşağı yukarı şu sözleri söylemişti: “Oğlum, arkadaşın Patroklos'un öcünü alacak ve Hektor'u öldüreceksin, ancak bil ki onun arkasından sen de hemen öleceksin; çünkü tanrı hükmü böyle emrediyor”. Hâlbuki o, bu öğüde aldır-mayıp her şeyi göze alarak, arkadaşının öcünü almadan namussuzca yaşamaya, ölümü ve tehlikeyi üstün gördü: “Burada şu eğri gemilerin yanında, dünyaya lüzumsuz bir yük olarak, maskara gibi durmaktansa, düşmanımdan öcümü alayım, arkasından da öleyim.” dedi. Onun bu hareketinde hiç ölüm ve tehlike korkusu var mıydı? En doğru hareket, Atinalılar, bir kimsenin yeri neresi olursa olsun, ister kendinin seçtiği, ister komutanının gösterdiği yer olsun, tehlike karşısında direnmek; ölümü veya başka tehlikeleri değil, ancak namusu göz önünde bulundurmaktır.
Atinalılar, benim için de bundan başka türlü hareket etmek gerçekten çok garip olurdu; çünkü Potidaia'da, Amphipolis'te, Delion'da seçtiğiniz komutanların gösterdikleri yerde, her türlü ölüm tehlikesi karşısında bütün cesaretiyle duran ben, simdi, kendi fikir ve sanımca, Tanrı tarafından, kendimi ve başkalarını denemek için filozofluk vazifesi ile gönderildiğim zaman, ölüm veya başka bir şey korkusu ile vazifemi bırakıp nasıl kaçardım? Böyle bir hareket gerçekten ağır bir suç olurdu. Kendimi bilge sanarak ölüm korkusu ile Tanrı sözüne baş eğmeseydim, o zaman mahkemeye pek haklı olarak çağrıla-bilir, tanrıların varlığını inkârdan suçla-nabilirdim. Çünkü yargıçlar, ölüm korkusu, gerçekte bilge olmadığı halde kendini bilge sanmak değil midir? Bilinmeyeni bilmek iddiası değil midir? İnsanların, korkularından en büyük kötülük saydıkları ölümün en büyük iyilik olmadığını kim bilir? Bilmedi-ğimiz bir şeyi bildiğimizi sanmak gerçekten utanılacak bir bilgisizlik değil midir? İşte yargıçlar, ancak bu noktada başkalarından farklı olduğuma inanı-yorum. Belki de onlardan daha bilge olduğumu iddia edebilirim: Ben, öteki dünyada olup bitenler hakkında pek az bir şey bildiğim halde, bir şey bildiğime inanmıyorum, fakat tanrı olsun, insan olsun, belki, kendinden daha iyi olanlara haksızlık ve itaatsizlik etmenin 11
bir kötülük, bir namussuzluk olduğunu biliyorum; ben, kötülük olduğunu iyice bildiğim şeylerden korkarım, ama iyilik olmadığını kestirmediğim şeylerden ne korkar, ne de sakınırım. Onun için siz beni simdi serbest bırakıp; Anytos'un size: “Sokrates mademki böyle bir suçla suçludur, ona herhalde ö1üm cezasını vermek gerekiyor, yoksa bütün çocuklarınız onun öğütlerini dinleyerek büsbütün bozulacaklardır” demesine bakmayarak, “Sokrates, biz Anytos'un fikirlerine inanmak istemiyoruz, seni serbest bırakacağız ama bir şartla: artık bir daha böyle herkesi sorguya çekmeyeceğine ve filozofluk etmeye-ceğine söz vermek şartıyla; bunları yapmakla bir daha suçlandırılırsan, öleceksin” derseniz, kurtulmam için ileri sürülebilecek böyle bir şarta karşı derim ki: Atinalılar, size saygı ve sevgim vardır; ancak, ben size değil, yalnız Tanrıya baş eğerim; ömrüm ve kuvvetim oldukça da iyi biliniz ki, felsefe ile uğraşmaktan, karşıma çıkan herkesi buna yöneltmekten, felsefeyi öğretmekten vazgeçmeyeceğim; karşıma çıkana, her zaman dediğim gibi gene şöyle diyeceğim: “Sen ki, dostum, Atinalısın, dünyanın en büyük, kudretiyle, bilgeli-ğiyle en ünlü şehrinin hemşerisisin; paraya, şerefe, üne bu kadar önem verdiğin halde bilgeliğe, akla, hiç durmadan yükseltilmesi gereken ruha bu kadar az önem vermekten sıkılmaz mısın? Kendisiyle münakaşa ettiğim bir adam bu saydıklarıma önem verdiğini söylerse, yakasını bırakacağımı ve salıvereceğimi sanmayınız; hayır, gene soracağım, onu gene sorguya çekeceğim, onunla gene münakaşa edeceğim; erdemli olduğunun bir sözden başka bir şey olmadığını anlarsam, kendisini, değeri büyük olana az değer verdiğinden değeri küçük olana çok değer verdiğinden ötürü utandıracağım Ayni sözleri genç, ihtiyar, yurttaş, yabancı, her kese, hele benim kardeşlerim olduklarından dolayı bütün hemşeri-lerime tekrarlayacağım. Çünkü biliniz, bu bana Tanrının bir buyruğudur; şuna inanıyorum ki şehrimizde, şimdiye kadar Tanrıya benim bu hizmetimden daha büyük bir iyilik edilmemiştir. Çünkü ben, genç, ihtiyar, hepinizi, vücudunuza, paranıza değil, her şeyden önce ruhun en yüksek terbiyesine önem vermeniz gerektiğine kandırmaktan başka bir şey yapmıyorum. Evet, benim vazifem, size para ile erdemin elde edilemeyeceğini, paranın da, genel olsun, özel olsun, her türlü iyiliğin de, ancak erdemden geldiğini söylemektir. Ben bunları öğretmekle gençler doğru yoldan ayırıyorsam, zararlı bir insan olduğumu kabul ederim. Ama biri gelip öğrettiğim şeylerin bunlar olmadığını iddia ederse yalan söylemiş olur. Bu noktada, Atinalılar Anytos'a ister inanın ister inanmayın, hakkımda ister beraat hükmü verin, ister vermeyin; herhalde, iyice bilin ki, bir değil bin kere ölmem gerekse bile, yolumu asla değiştir-meyeceğim.
Atinalılar, sözümü kesmeyiniz, beni dinleyiniz; sonuna kadar dinleyeceğinize söz vermiştiniz, söyleyecek bir şeyim daha kaldı, öyle bir şey ki işitince, korkarım, haykırmak isteyeceksiniz; fakat beni dinlemek sizin için 12
daha hayırlı olacaktır, onun için, çok yalvarırım, sakin olunuz. Bilmelisiniz ki, benim gibi bir adamı öldürmekle, beni değil kendinizi cezalandıracaksınız. Bana kimse, ne Meletos ne de Anytos, zarar verebilir; kötü bir kimse iyi bir adamı nasıl zarara sokabilir? Ancak kendine zarar vermiş olur. Onlarda şüphesiz beni öldürtmek, süründürmek veya hemşerilik haklarından yoksun bırakmak imkânı vardır; onlar herkesle beraber böyle bir cezanın bana karşı büyük bir kötülük olduğunu sanabilirler. Fakat burada onlarla bir düşünemem; çünkü onların şimdi yaptıkları gibi, başka bir kimsenin hayatını haksız yere yok etmek daha büyük bir kötülüktür.
O halde, Atinalılar, siz Tanrının bir vergisi olan beni mahkûm etmekle ona karşı bir günah işlemeyiniz dediğim zaman, sizin sandığınız gibi kendimi değil, sizi düşünüyorum. Çünkü gülünç bir benzetmeye müsaade edin, beni öldürürseniz, hem büyük, hem cins, ama büyüklüğünden dolayı ağır ve dürtülmek isteyen bir ata benzeyen devleti yerinden oynatmak için, Tanrının musallat ettiği benim gibi bir at sineğine kolay kolay bir halef (yerine) bulamazsınız, ben Tanrının, devletin başına musallat ettiği bir at sineğiyim, her gün her yerde sizi dürtüyor, kandırıyor, azarlıyorum; peşinizi bırakmıyorum. Benim gibi bir kimseyi kolay kolay bulamayacaksınız; onun için, size kendinizi benden yoksun bırakmamanızı tavsiye ederim. Belki de, ansızın uykusundan uyandırılan biri gibi, caniniz sıkılarak, Anytos'un öğüdüne uyar, beni kolayca vurup öldürebile-ceğinizi sanır ve Tanrı size acıyıp başka bir at sineği gönderinceye kadar, hayatınızın geri kalanında gene uykuya dalarsınız. Size Tanrı tarafından gönde-rildim demenin ispatini mi istiyorsunuz? Ben başkaları gibi olsaydım, yıllarca sizi erdeme yeltmekle(yöneltmekle), bir baba, bir ağabey gibi teker teker sizin mese-lelerinizle uğraşmakla, kendi işlerimi savsamaz, onlara sabırlı bir seyirci kalmazdım; böyle bir hal, sanırım ki, insan tabiatına (doğasına) uyan bir şey değildir. Bundan bir şey kazansaydım yahut yol gösterme ve aydınlatmalarımın karşılığında para alsaydım, bu hareke-timin belki bir anlamı olurdu; fakat şimdi, kendiniz de görüyorsunuz ki, beni suç-layanların küstahlığı bile bir kimseden para aldığımı veya almak istediğimi söylemeye varamıyor; çünkü bunu hiçbir vakit görmemişlerdir. Bu sözümün doğru-luğuna, yetecek kadar şahitlik edecek bir şeyim var: fakirliğim.
Devlet işlerine girerek fikirlerimi oradan söylemek varken herkese ayrı ayrı öğüt vermeye, başkalarının işlerine karış-maya kalkışmam belki size şaşılacak bir şey gibi gelebilir. Bunun sebebini de söyleyeceğim. Bir tanrının veya tanrısal bir ruhun bana göründüğünden, çok kere ve birçok yerde söz ettiğimi işitmiş-sinizdir. Meletos'un, suçlamasında, bununla alay ettiğini de bilirsiniz. Bir nevi ses olan bu işaret, bana çocuk-luğumda gelmeye başlamıştı; bu ses beni hep göreceğim islerden alıkor, ama yap! diye hiçbir vakit emretmezdi. İşte beni siyasete girmekten alıkoyan da budur. Bu alıkoymanın da çok yerinde o1duğuna inanıyorum. Çünkü Atinalılar, ben siyaset ile uğraşsaydım, besbelli ki çoktan 13
yok olurdum, ne size ne de kendime, hiç bir iyilikte bulunamazdım. Canınız sıkıl-masın ama hakikat sudur ki, devlette görülen birçok kanunsuz, haksız işlere karsı doğrulukla savaşarak size veya herhangi başka bir kurula karşı giden hiçbir kimse ö1ümden kurtulamıyor. Evet, ancak hak yolunda çalışan bir kimsenin, kısa bir zaman olsun yaşaya-bilmesi için devlet adamı değil, sadece yurttaş olarak kalması gerekiyor.
Size, -hem yalnız sözle değil, daha çok değer verdiğiniz işle- söylediklerimi ispat edebilirim. Size başımdan geçen bir olayı anlatayım, o zaman ölüm korkusu yüzünden haksızlığa hiçbir vakit boyun eğmemiş, eğmeye ölümü üstün tutmuş bir adam olduğumu görüsünüz. Size mahkemeler hakkında, belki pek önemli gözükmeyen, ama gerçekten olmuş olan bir şeyi anlatacağım. Atinalılar! Şimdiye kadar üzerime aldığım biricik devlet memurluğu, halk kurulu üyeliği olmuştur: Mensup olduğum Antiokhis oymağı, deniz savaşından sonra ölenlerin cesetlerini toplamayan on komutanın duruşmasında prytaneia makamında bulunuyordu; hepinizin sonraları kabul ettiğiniz gibi, kanuna aykırı olarak onları toptan muhakeme etmeyi ileri sürmüştünüz; o zaman kanuna aykırı olan bu harekete karşı koyan biricik üye ben olmuş, oyumu sizin tarafınıza vermemiş-tim; hatipler beni suçlamakla, hapse sokmakla korkuttukları zaman, sizler bağırıp çağırdığınız zaman, ben ne hapsolmaktan ne de öldürülmekten kor-karak haksızlıklara ortak olmaktansa kanun ve doğruluğun tarafında tehlikeye atılmaya karar vermiştim. Bu olay, şehrimizin demokratlıkla yönetilmekte olduğu zamanlarda olmuştu. Otuz1arin oligarşiliği, iktidarı ele alınca benimle birlikte öbür dört kişiyi Tholos'a çağı-rarak, öldürmek istedikleri Salamin'li Leon'u Salamin'den getirmemizi iste-diler. Bu, onların, işledikleri cinayet-lerden ellerinden geldiği kadar çok kişiyi sorumlu kılmak için verilmiş emirlerinden biriydi. O zaman bu şartlar altında, sözüm caizse, ölüme kıl kadar önem vermediğimi, en çok hatta biricik önem verdiğim şeyin haksızlıktan, günah işlemekten sakınmak olduğunu yalnız sözle değil, edimle de gösterdim. Bu zorlu idarenin kuvvetli kolu haksızlık işletecek kadar beni korku-tamadı; Tholos'tan çıkar çıkmaz öteki dört kişi Salamin'e gidip Leon'u getir-dikleri halde, ben sadece evime döndüm. Belki çok geçmeden Otuzların idaresi sona ermeseydi, bu hareketimi haya-tımla ödeyecektim. Bu sözlerin doğru-luğuna size birçok kimse şahitlik eder.
O halde, siyaset hayatına girdiğim halde, iyi bir adam gibi hep hak gözetir ve tabii olarak doğruluğu her şeyden üstün tutsaydım, şimdiye kadar sağ kalabilir miydim, sanırsınız? Hayır, Atinalılar, hayır; bu ne bana, ne de başka bir kimseye nasip olurdu. Hâlbuki bütün hayatımda; özel olsun, genel olsun, bütün hareketlerimde hiç değişmedim, öğretiliklerimi lekeleyen-lere de başkalarına da, doğruluktan ayrılarak, alçakçasına boyun eğmedim. Devamlı öğrencilerim olduğu iddiası da doğru değildir. Ben, bana düşeni yerine getirmeye çalışırken, genç, ihtiyar, beni dinlemek isteyenleri geri çevirmedim. 14
Bana yalnız para verenlerle konuşmadım; zengin, fakir, herkes bana sorabilir, cevap verebilir, sözlerimi dinleyebilir; fakat bundan sonra, o kimse iyi yahut kötü bir insan olmuş, her ikisini de bana yüklemek haksızlık olur, çünkü ben ona ne bir şey öğrettim, ne de öğreteceğime söz verdim. Bir kimse benden başkalarının işitmediği, ayrı bir şey öğrendiğini veya işittiğini ileri sürerse, biliniz ki, yalan söylüyor.
Öyleyse, birçok kimsenin benimle konuşmak için birçok zamanlarını vermekten hoşlanmalarına sebep nedir? Bunun asıl sebebini, Atinalılar, açıkça size söyledim: bu kimseler hiçbir bilgelikleri olmadığı halde, bilge olduklarını iddia eden kimselerin sorguya çekilmesini dinlemekten hoşlanıyorlar, gerçekten bu pek tatsız bir şey de değildir. Başkalarını sorguya çekmeyi bana Tanrı emretmiştir, bu yol bana Tanrı sözleriyle, gözüme gözüken hayallerle, Tanrı iradesinin insanlara göründüğü her vasıta ile gösterilmiştir. Atinalılar, bu sözüm gerçektir; öyle olmasaydı şimdiye kadar karşıtı ispat olunurdu. Ben gençleri bozmuşsam, hala da bozuyorsam, şimdiye kadar büyümüş olanlar, gençliklerinde kendilerine kötü öğütler verdiğimi anlamış olanlar ortaya çıkarak beni suçlar, benden öç alırlardı. Bunu yapmak istemezlerse bile, hiç olmazsa yakınlarından biri, babaları, kardeşleri veya hısımları benim yüzüm-den ailelerinin ne felaketlere uğradığını söylerdi. Şimdi tam zamanıdır. Onların birçoğunu burada görüyorum. İşte çocukluk arkadaşım, benim bölgemden olan Kriton, işte oğlu Kritobulos. Sonya, Aeskhines' in babası da, Sphettos'lu Lysanias da burada; bunlardan başka, Epigenes'in babası Kephisia'li Antip-hon'u ve benimle beraber bulunmuş olan birçok kimsenin kardeşlerini de görüyorum. Theozotides'in oğlu ve Theodotos'un kardeşi Nikostrates (Theodotos şimdi sağ değil, onun için o mani olamaz); Demodokos'un oğlu ve Theages'in kardeşi Paralos; Ariston'un oğlu ve şurada gördüğünüz Eflatun'un kardeşi Adeimantos hazır bulunuyor; Apollodoros'la kardeşi Aiantodoros'u da görüyorum. Daha birçoklarını sayabi-lirim. Meletos bunların bazılarını, suçla-masında şahit göstermeliydi. Unutmuşsa şimdi yapsın, kendisine yol göste-riyorum. Bu çeşitten, istediği şahidi göstersin. Fakat Atinalılar, hakikat bunun tam tersidir. Çünkü bunların hemen hepsi Meletos'la Anytos'un iddiasına göre arkadaşlarını bozmuş, bastan çıkarmış olan benden yana şahitlik edeceklerdir; hem yalnız bozulan gençler değil, benden yana şahitlik etmelerine hiç sebep olmayan bozulmamış daha yaşlı akrabaları da. Bunlar şahitlikte niçin benim tarafımı tutarlar? Herhalde, yalnız hakikatin, doğruluğun hatırı için, doğru söyle-diğimi, Meletos'un yalan söylediğini bildikleri için.
Sözün kısası, Atinalılar, savunmam için bütün söyleyeceklerim, buna ve buna benzer şeylere varır, Bir sözüm daha var. Belki, içinizde, buna benzer, hatta bundan daha az önemli bir sorunda kendisinin, gözyaşları dökerek yargıç-lara yalvarıp yakardığını, yargıçları yumuşatmak için çocuklarını bir sürü hısım ve dostlarıyla birlikte mahkemeye getirdiğini hatırlayarak kızan biri olacaktır; halbuki ben, belki de hayatım tehlikede olduğu halde, bunların hiçbirini yapmadım. Bunun tam tersine hareket ettiğimi görünce, belki bu kızgınlıkla oyunu benden yana vermeyecektir.
Aranızda böyle biri varsa -muhakkak vardır demiyorum- ona açıkça cevap verip derim ki: Dostum, herkes gibi ben de bir insanım; Homeros'un dediği gibi, tahtadan veya taştan değil, etten, kandan yapılmış bir varlığım; benim de çoluğum, çocuğum vardır; evet Atinalılar, biri hemen hemen yetişmiş, erkek olmuş, ikisi henüz çocuk, üç oğlum vardır; böyle olduğu halde, sizden beraatımı dilemeleri için, hiçbirini buraya getirmeyeceğim. Niçin? Küstahlıktan yahut size karşı saygısızlıktan dolayı değil. Ölümden korkup korkmadığım da ayrı bir mesele, şimdi bundan söz açacak değilim. Ancak, bence böyle bir hareket, kendimin, sizin ve bütün devletin şerefine aykırıdır. Benim yaşıma gelmiş, bilgeliği ile tanınmış bir kimsenin böyle bir aşırılığa düşmemesi gerekir. Her halde, herkes Sokrates'in şu veya bu bakımdan başkalarından ayrı olduğuna inanıyor, halkın bu fikri bana uyuyormuş, uymuyormuş, bunu burada araştırmı-yorum. Aranızda bilgeliği, cesareti yahut herhangi bir erdemi ile sivrilmiş olduğu söylenen kimselerin böyle aşağı bir harekete düşmeleri ne kadar utanılacak bir şeydir. Hüküm giydikleri zaman garip garip birtakım hareketlerde bulunan nice tanınmış adamlar gördüm; bunlar, sanki ö1ümle korkunç bir ıstıraba gidecek-lerini, sanki sadece yaşamalarına izin verilmekle ölmez olacaklarını sanıyorlar. Fikrimce bu gibi şeyler devlete karşı saygısızlıktır; bunların bu gibi hareketleri dışarıdan gelen bir yabancıya, Atina’nın en ünlü adamlarının, gene kendi hemşe-rilerinin ün ve mevki verdiği bu kim-selerin, kadınlar kadar bile yürekli olmadıkları kanaatini verir. O halde, Atinalılar, bu gibi şeyleri hiç olmazsa bizim gibi ünlü kimselerin başarmaması gerekir; başarırlarsa sizin de onlara göz yummamanız; soğukkanlılık göstereceği yerde, acıklı sahneler hazırlayarak şehri gülünç bir hale sokan bu gibi kimseleri daha şiddetle mahkûm etmek istediğinizi göstermeniz gerekir.
Bundan başka, -halkın düşüncesi mese-lesini bırakalım- yargıcı aydınlatmak ve kanıksatmak yerine, onun lütfünü rica ederek beraat kazanmak da doğru bir şey değildir. Çünkü yargıcın vazifesi, doğruluğu bağışlamak değil, herkesin hakkim (hakkını) ö1çerek hüküm vermek; kendi keyfine göre değil, kanunlara göre hüküm vermektir. Yalan yere ant içmeye alışarak sizi tesir altında bırakmamalıyız, siz de buna göz yummamalısınız; bu, dine uymaz bir hareket olur.
O halde, Atinalılar, -hele şimdi, Meletos'un ileri sürdüğü iddiaya göre, burada dinsizlikten muhakeme edildiğim bir sırada- şerefsiz, dine uymaz, yanlış saydığım bir şeyi yapmamı benden beklemeyiniz. Çünkü sizi rica kuvvetiyle kandırmaya, yeminlerinizi bozmağa çalış-saydım, tanrıların olmadığına inanmayı size öğretmiş, kendimi müdafaa ederken, tanrıları inkâr etmek ithamına karşı yalnız kendi kendimi kandırmış olurdum. Fakat hakikat büsbütün bunun tersidir; 16
ben, tanrıların varlığına, ey Atinalılar, bütün beni suçlayanların inandığından daha yüksek bir anlamda inanırım; bundan dolayıdır ki sizin için ve benim için hayırlısı ne ise ona karar vermek üzere davamı size ve tanrıya bırakıyorum".
(II)
Atinalılar, benim için verdiğiniz mahkûmiyet kararına üzülmeyişimin birçok sebepleri var. Bunun böyle olacağını bekliyordum, yalnız, oyların birbirine bu kadar denk denecek derecede ikiye ayrılmış olmasına şaştım; çünkü benim aleyhimde olan çokluğu daha büyük sanıyordum. Hâlbuki şimdi, öbür tarafa otuz oy gitmiş olsaydı beraat kazanmış olacaktım. Bu yüzden diyebilirim ki, Meletos’un suçlamasından beraat kazanmış sayılırım; hatta üstelik Anytos ile Lykon beni suçlamak için buraya gelmeselerdi, kanunun istediği gibi, oyların beşte birini kazanmayarak bin drahmi para cezasına da mahkûm olacaklardı.
O şimdi ö1ürn cezası teklif ediyor. Bense kendi hesabıma neyi ileri süreyim Atinalılar? Şüphesiz değerim neyse onu. O halde hakkım nedir? Bütün hayatında herkesin düşkün olduğu birçok şeylere, zenginliğe, aile bağlarına, askerlik rütbelerine, halk kurullarında nutuklar vermeğe, başkan-lıklara, taraflara hiç aldırmamış bir adama verilecek karşılık ne olabilir? Ben bir siyaset adamı olmak için fazla dürüst olduğumu düşünerek, size ve kendime iyilik etmeme engel olacak hiç bir yola sapmadım! Tam tersine, hepinize iyilik etmemi mümkün kılan bir yola girdim, herkesin kendini düşünmekten, kendi işlerinin peşinde koşmaktan önce erdemi bilgeliği araması gerektiğini, devletin sırtından fayda-lanmaya bakmazdan önce devlete bakması lazım geldiğini sizlere kabul ettirmeye çalıştım. Böyle bir kimseye ne yapılır Atinalılar, herhalde, ona bir mükâfat verilmek lazımsa, iyi bir şey verilmeli ve bu iyilik ona yakışır bir şey olmalıdır. Sizi yetiştiren, sizi aydınlatmak için işini gücünü bırakmayı her şeyden üstün gören fakir bir adama yakışan mükâfat ne olabilir? Atinalılar, ona Prytaneion'da beslemekten daha yakışan bir mükâfat olamaz; böyle bir mükâfat, Olympia'da at yarışlarında, bilmem kaç atılı araba yarışlarında mükâfat kazanan bir yurttaştan çok ona yaraşır. Çünkü ben fakirim, hâlbuki onun yetecek kadar geliri vardır: o size yalnız bahtiyarlığın görünüş1erini bense gerçeği veriyorum. Bana vereceğiniz cezanın uygun ve yerinde bir ceza olması isteniyorsa, diyeceğim ki, bana Prytaneion'da beslenmek en doğru bir karşılıktır.
Belki, daha önce, gözyaşları ve yalvarmalar hakkında söylediğim gibi, bu sözlerimle de size boyun ekmediğimi göstermek istediğimi sanacaksınız; ama öyle değil; hiç öyle değil; bunları isteyerek, hiç bir yanlış harekette bulun-madığıma inanarak söylüyorum. Böyle olduğu halde sizi de buna kandıramam, çünkü vakit pek dar; başka şehirlerde olduğu gibi, Atina'da da büyük davaların bir günde görülmemesi için bir kanun 17
olsaydı, o zaman sizi kandırabileceğime inanırdım. Fakat bu kadar az bir vakitte bu kadar büyük suçlamaları dağıtamam. Nasıl şimdiye kadar kimseye kötülük etmemişsem, kendime de elbette etmeyeceğim; kendimin bir kötülüğe layık olduğumu söylemeyeceğim, kendim için bir ceza teklif etmeyeceğim. Niçin edeyim? Meletos'un ileri; sürdüğü ö1üm cezasından korktuğumdan mı? Ölümün bir iyilik mi yoksa bir kötülük mü olduğunu bilmediğim halde, muhakkak kötülük olan bir cezayı neden teklif edeyim? Hapis cezası mı? Niçin ceza evlerinde, yılın yargıçlarının, Onbir’ lerin* (Savcılar kurulu)kölesi olayım? Para cezası mı diyeceksiniz, yoksa para cezası ödeninceye kadar hapislik mi diyeceksiniz? Buna karşı da ayni şey söylenebilir; çünkü beş param olma-dığından, cezayı da ödeyemeyeceğimden, cezaevinde ö1eceğim. O halde, sürgün-lüğü mü teklif edeyim? Belki siz de bu cezayı kabul edersiniz. Ama benim kendi hemşerilerim olan sizler bile, artik benim konuşmalarıma, sözlerime tahammül edemezken, bunları çekemez ve iğrenç bulurken, başkalarının bana tahammül edeceğini umacak kadar düşüncesiz olmak için, yasamak hırsının gerçekten gözlerimi bürümüş olması lazım. Hayır, hayır, Atinalılar, bu hiç de böyle değildir. Yer yer dolaşarak, sürgün yerimi hep değiştirerek, her gittiğim yerden kovu-larak yaşamak, benim yaşımda bir edam için ne acı bir şeydir! İyi biliyorum ki burada olduğu gibi, her gittiğim yerde gene gençler beni dinlemek için etrafıma üşüşecekler; onları yanımdan uzak-laştırsam daha yaşlı hemşerilerini ayaklandırarak beni dışarı attıracaklar; etrafıma toplanmalarına izin verirsem babaları, dostları gene onların yüzünden beni yurtlarından kovacaklar.
Belki bana denecek ki: “Sokrates; ağzını tutamaz mısın, sana kimse karışmadan yabancı bir şehre giderek, yaşayamaz mısın? Buna vereceğim cevabı anlatmak çok güç. Çünkü dediğinizi yapmanın Tanrı’ya karsı bir itaatsizlik olacağını, onun için ağzımı tutamayacağımı söylersem ciddi bir söz söylediğime inanmayacaksınız; erdemi, üzerinde hem kendimi hem başkalarını sınadığım daha birçok meseleleri her gün tartışmanın insan için en büyük iyilik olduğunu, imtihansız hayatın yaşamaya değer bir hayat olamadığını söylersem bana gene inanmayacaksınız. Size kabul ettirmek kolay olmamakla birlikte, söylediklerim doğrudur.
Kendimi hiçbir cezaya layık görmeye de alışmadım. Param olsaydı, beni beraat ettirecek bir para cezası teklif ederdim; bundan bana kötülük gelmez. Ama ne yapayım, yok; bunun için bu para cezasını, ancak benim vere-bileceğim kadar kesmenizi dilerim. Evet, belki bir mina verebilirim, onun için bu cezayı teklif ediyorum. Buradaki dostlarım Eflatun, Kritobulos ve Apollodoros otuz mina teklif etmem için beni sıkıştırıyorlar; onlar kefil olacaklar. Haydi, otuz olsun; bu para için onlar size yeter teminat olacaklardır. 18
(III)
Atinalılar, Sokrates'i, bir bilgeyi öldürmüş olmakla, şehrinizi ayıplayacak olanlardan alacağınız kötü üne karşılık, büyük bir karınız olmayacak; ben gerçekte hiç bir şey bilmeyen bir adam olduğum halde onlar bizi kötülemek istedikleri zaman, benim bilge olduğumu söyleyecekler. Hâlbuki biraz daha beklemiş olsaydınız, istediğiniz, tabiatın yürüyüşü ile kendiliğinden yerine gelmiş olacaktı. Çünkü gördüğünüz gibi, yaşım çok ilerlemiştir; ölümden çok uzak değilim.
Şimdi hepinize değil, .yalnız bana ölüm hükmünü verenlere sesleniyorum. Onlara söyleyecek bir şeyim daha var: Belki beraatımı kolaylaştıracak şeyler söylemediğimden, suçluluk kararından kurtulmak için gereken şeyleri söylemeği ve yapmağı kabul etmediğimden dolayı mahkûmluğuma karar verildiğini sana-caksınız. Hayır; mahkûm olmama sebep olan kusur, sözlerimde değil sizin istediğiniz gibi, ağlayarak, sızlayarak, haykırarak, bence bana yakışmayan, fakat başkalarından daima işitmeğe alıştığınız birçok şeyleri söyleyerek ve yaparak, size söylemek istediğimi yüzsüzlüğümü küstahlığımı gösterme-yişimdendir. Fakat ben, tehlikeye düştü-ğüm zaman, ne böyle aşağılıklara, alçaklıklara saparım, ne de kendimi müdafaa etmediğime pişman olurum. Asla! Böyle bir şey yapmaktansa, sizin alıştığınız gibi kendimi müdafaa etmektense, alıştığım gibi söz söyleyerek ölmeği üstün görürüm. Çünkü savaş meydanında olduğu kadar adalet karsısında da ben de, başka hiç kimse de kendini ö1ümden kurtaracak vasıtaları kullanmağa kalkışmamalıdır. Evet, çok defa, bir kimse savaşta silahlarını bırakmakla, düşmanlarının önünde diz çökmekle ölümden kurtulabilir; her şeyi söylemeği, her şeyi yapmayı kabul eden bir kimse için her türlü tehlike karşısında ölümden kurtulmanın daha birçok çareleri vardır; yalnız şuna iyice inanınız, yargıçlarım, asıl mesele, ölümden sakınmak değil, haksızlıktan sakınmaktır; çünkü kötülük ölümden daha hızlı koşar, Ben yaşlı ve ağır olduğumdan yavaş kosan bana yetişmiştir; hâlbuki beni suçlayanlar kuvvetli ve çabuk olduklarından, çabuk koşan kötülük onlara yetişmiştir. Simdi ben, tarafınızdan ölüm cezasına, onlar da hakikat tarafından kötülüğün ve haksızlığın cezasına mahkûm edilerek ayrılıyoruz. Ben cezama boyun eğerim, onlar da cezalarına boyun eğsinler. Herhalde böyle olması mukaddermiş; belki de yerindedir...
Şimdi, ey beni mahkûm edenleri Size bir kehanetimi söylemek isterim; çünkü ben simdi hayatın öyle bir anında bulunuyorum ki, bunda insanlar ölmez-den önce kehanet gücüne erişirler. O halde benim katillerim olan sizlere haber vereyim ki, ölümümden çok geçmeden bana verdiğiniz cezadan daha ağır bir ceza sizi beklemektedir. Beni öldürmek-le hayatınızın hesabını soranlardan kurtulacağınızı sanıyorsunuz. Fakat bana inanınız, sandığınızın tam tersi olacaktır. Evet, hiç şüphe etmeyiniz, şimdiye kadar öne atılmalarına engel olduğum birçok kimseler, karşınıza çıkacak, sizi şiddetle suçlayacaklardır; bunlar daha genç oldukları için19
sizi daha çok incitecekler, sizinle daha çok uğraşacaklardır. Atinalılar, insanları öldürmekle, herkesi kötü hayatınızı kınamaktan alıkoyacağınızı sanıyorsanız yanılıyorsunuz; bu, olası bir kaçış yolu, ünlü bir kaçış yolu değildir; en kolay en asil yol, başkalarını hiçbir şey yapamayacak bir hale getirmek değil, kendinizi yükseltmektir. İste buradan ayrılmadan önce beni mahkûm eden yargıçlara söyleyeceğim kehanet budur.
Beni beraat ettiren dostlar, yargıçlar meşgulken, öleceğim yere gitmeden, sizlerle olup bitenler hakkında görüşmek isterim. Onun için azıcık daha durunuz, birbirimizle görüşebilecek kadar vakit var. Siz benim dostlarımsınız, onun için başıma gelenin manasını size belirtmek isterim. Ey yargıçlarım! (Çünkü ancak sizlere gerçekten yargıç diyebilirim.) Size gerçekten şaşılacak bir olayı anlatmak isterim. Şimdiye kadar, gündelik işlerde bile kötü veya yanlış bir iş işlemek tehlikesi karşısında içimden gelen tanrısal bir ruh beni alıkoyuyordu; simdi ise, gördüğünüz gibi herkese göre belki de kötülüğün en kötüsü ve en sonuncusu başıma gelmiştir. Hâlbuki sabahleyin evimden ayrılırken de, mahkeme karsısına çıktığımda da, burada söz söyleyeceğim anlarda da Tanrı sesi beni alıkoymamıştır; başka hallerde, birçok kereler söz söylerken, beni alı-korken, bugün bu mesele üzerinde söyle-diğim ve yaptığım şeylerin hiç birinin önüne geçmemiştir. Bu susmanın manası nedir? İste size bunu söyleyeceğim: bu şüphesiz başıma gelenin iyilik olduğuna, ölümün bir kötülük olduğuna inanan-larımızın yanıldıklarına bir alamettir. Çünkü iyiliğe değil, kötülüğe doğru gitmiş olsaydım, her zamanki işaret herhalde beni alıkoyacaktı.
Başka türlü düşünürsek, ölümün bir iyilik olduğunu umduracak sebep oldu-ğunu da görürüz; ölüm iki şeyden biridir: ya bir hiçlik, büsbütün şuursuzluk halidir yahut da, herkesin dediği gibi, ruhun bu dünyadan ayrılarak başka bir dünyaya geçmesidir. Ölüm bir şuursuzluk, deliksiz ve rüyasız uyuyan bir kimsenin uykusu gibi bir uyku ise, o ne mükemmel, ne tam bir kazançtır! Bir kimse, uykusunda, hiç rüya görmediği bir gecesini düşünerek, bunu hayatının öteki günleri ve geceleriyle karşılaştırsaydı, bütün haya-tında bundan daha iyi ve daha hoş kaç gün ve kaç gece geçirmiş olduğunu da bize söyleseydi, sanırım ki herkes, değil yalnız alelade kimseler, Büyük Hüküm-dar bile, hayatında böyle pek az gündüz ve gece bulurdu. Ölüm bu çeşit bir uyku ise, büyük bir kazançtır; çünkü öyle olunca, zamanın bütün akışı, tek bir gece gibi gözükecektir. Ama. ö1üm bizi bu dünyadan başka bir dünyaya götüren bir yolculuk ise ve herkesin dediği gibi, bütün ölenler başka dünyada yaşıyorlarsa, yargıçlarım, bizim için bundan daha büyük ne iyilik olabilir? Gerçekten öteki dünyaya vardığımızda, bu dünyada doğruluk iddia eden kimselerden kurtu-larak, denildiği gibi asıl doğruluğu veren gerçekten yargıçları, Minos'u, Rahada-manthos'u, Aiakos'u, Triptolemos'u doğru yaşamış olan yarı-tanrıları bulacaksak, bu yolculuk hiçbir zaman bir ceza olamaz. Bir kimse orada, Orpheus'a, Musaios'a Homeros'a, Hesiodos'a kavuşacaksa, bunun için ne vermez ki?20
Hayır, bu doğru ise, bırakınız bir daha, bir daha öleyim. Hele Palemedes ile Telamon oğlu Aias ile haksiz bir hüküm yüzünden
Helen eski kahramanları ile buluşmak bizim için ne yüksek bir şeydir! Kendi sonumu onların sonu ile karşılaştırmak benim için ne büyük bir zevk! Hepsinin üstünde, burada olduğu gibi öteki dünyada da öz ve yanlış bilgeliği araştırmamı ilerletebileceğim, kimin bilgiç, kimin cahil olduğunu anlayabile-ceğim. Yargıçlar! Büyük Troia seferinin önderi Odysseus'u, Sisyphos'u, kadınlı erkekli daha birçoklarını deneyebilmekte ne büyük bir zevk var! Onlarla, konuş-makta, onların arasında yaşamakta, onlara sorular sormakta ne sonsuz bir zevk olacaktır! Orada hiç şüphesiz, sormak yüzünden ö1üme mahkûm edilmek tehlikesi de yoktur. Bizden daha mesut olduktan başka, doğruyu söyleyen, orada ölmez de olacaktır. O halde, yargıçlar! siz de benim gibi ölümden korkmayınız, şunu biliniz ki, iyi bir insana, ne hayatta ne de öldükten sonra hiçbir kötülük gelmez. Onu ve onun gibileri tanrılar daima korurlar. Benim yaklaşan sonum, sadece bir tesadüf işi değildir; tam tersine, apaydın görüyorum ki ölmek ve böylece bütün acılardan büsbütün kurtulmak, benim için daha değerlidir. İşte, içimden gelen işaretin alıkoymamasının sebebi budur. Gene bunun için beni mahkûm edenlere, beni suçlayanlara asla kızmıyorum. Onlar bana iyilik etmeyi bile bile isteme-mişlerse de, bana hiç kötülük de etme-mişlerdir. Onları ancak, bana bilerek kötülük etmek istediklerinden dolayı kınayabilirim.
Sizden dileyeceğim bir şey daha kaldı: çocuklarım büyüdükleri zaman, Atinalılar, erdemden çok zenginliğe yahut herhangi bir şeye düşkünlük gösterecek olurlarsa, ben sizinle nasıl uğraşmışsam, siz de onlarla uğraşınız, onları cezalandırınız; kendilerine, kendi-lerinde olmayan bir değeri verir, önem vermeleri gereken şeye önem vermez, bir hiç oldukları halde kendilerini bir şey sanırlarsa, ben sizi nasıl azarlamış-sam, siz de onları öyle azarlayınız. Bunu yaparsanız, bana da, okullarıma da doğruluk etmiş olursunuz.
Artık ayrılmak zamanı geldi, yolumuza gidelim: ben ölmeye, siz yaşamaya.
Hangisi daha iyi?
Bunu Tanrı’dan başka kimse bilemez.
SON