21 Kasım 2018 Çarşamba

GENEL DURUM DEĞERLENDİRMESİ "Zeki ŞAHİN Akademisyen İşletmeci-Ekonomist.Ankara" + ENFLASYONİST EKONOMİ POLİTİKASINA DÖNÜŞ

GENEL DURUM DEĞERLENDİRMESİ
Türkiye dünya üzerindeki gelişmelerden en fazla etkilenen ülkelerden birisidir. Bu durumun çok farklı nedenlerinden bazılarını dikkate alırsak, ülkenin ne kadar hassas ve kırılgan dengeler ile bağlantılı olduğunu daha iyi anlayabiliriz.
1. Türkiye, çok kültürlü, çok dinli ve çok uluslu büyük bir imparatorluğun asıl murisi konumundadır. Bu itibarla, yenilenlerin uğradığı tüm olumsuz muamelelerin asıl hedefi olmaktan kurtulamamıştır.
2. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, dünyada bir İslam ülkesi olarak algılanmaktadır. İmparatorluğu yıkan galiplerin vesayeti ile, eski imparatorluk toprakları üzerinde kurdurulan tüm ülkelerin yönetimleri, birbirine zıt politik tavırlar almaya zorlandıkları gibi, bu ülke halkları da birbirine karşılıklı düşmanlık ile yetiştirildiklerinden, ülkeler halkları arasında karşılıklı bir güvensizlik uzun yıllar egemen olmuştur. Yakın zamanlarda bu durumu düzeltmek için yapılan karşılıklı gayretler müstevlilerin siyasi emelleriyle bağdaşmadığı için, savaş, iç savaş ve genel bir kargaşa ile otorite boşluğu oluşturulmuştur.
3. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, dünyada bir Türk ülkesi olarak algılanmaktadır. Sovyetler Birliği yıkılıncaya kadar olduğu gibi bugün dahi Ruslar nezdinde olağan şüpheli ve Çin tarafından öteden beri şüpheli olarak görülmekle birlikte imparatorluktan kopan tüm ülkeler ile Avrupa ülkeleri nezdinde nasıl görüldüğümüz ya da nasıl gösterildiğimiz ise herkes tarafından bilinen acı bir gerçektir..
4. Dünyada yeni bloklar ve kutuplaşmalar hızla gelişmektedir. Avrupa Birliği ve Nafta ittifakına karşılık Şanghay İşbirliği Örgütü, Brics Ülkeleri gibi ekonomik temele dayanan bloklar yanında Nato blokuna karşılık Rusya Federasyonu liderliğinde eski Sovyet Bloku ülkelerinden bazıları ile yeni bir askeri ve savunma işbirliği geliştirilmektedir. Bugün Avrupa Birliği ülkelerinde de bir “Avrupa Ordusu” fikri, doğrudan Avrupa'daki ABD askeri varlığını ve fiili işgalini hedef almaktadır.
5. Dünya, çok uzun bir süredir, bizi de kapsayan, taşeron devletler ve terör örgütlerü eliyle fiili bir üçüncü dünya savaşı içerisindedir. Tüm İslam ülkeleri fiilen iç savaşlar ile harap edilmekte hatta cephe savaşlarına zorlanarak karanlık çağın feodal sistemlerine benzer birbirine düşman eyaletler, şehir devletler veya kantonlara ayrılmaya doğru götürülmektedir. Türkiye için de benzer bölünme ve parçalanma planları gözler önündedir.
6. Dünya, global sermayenin işbirliği ile devlet yönetimlerini etkisizleştiren ve tüm ülkelerde çok uluslu şirketleri ve yerel uzantılarını egemen kılan bir anlayışın sonucu olarak, merkezi devlet otoritelerini ortadan kaldırmaya yönelik bir zorlama ile karşı karşıyadır. Türkiye bu akımın sonucu olarak tüm ulusal varlıklarını özelleştirme adı altında, yabancı sermaye gruplarına devretmiş bulunmaktadır. Bunun doğal bir sonucu olarak, kamu adına devlet denetiminin tamamen ortadan kaldırıldığı da bir gerçektir.
7. Türkiye, İslam ülkeleriyle mevcut olan tarihi ve kültürel bağlarını da kullanarak ekonomik yönden geliştirmeye çalıştığı bağlantılarının, bu ülkelerdeki kargaşalar, savaş ve rejim değişiklikleriyle sekteye uğramasından büyük zararlar görmüşken, en önemli ihracat pazarı olan Rusya Federasyonu’nun petrol gelirlerinin azalmasıyla ortaya çıkan olumsuz koşullarıyla da mücadele etmek zorunda kalmıştır. Benzer bir durum İran, Irak, Libya, Cezayir, Sudan ve Afrika ülkeleri için de söz konusudur. Özellikle Arap Baharı furyasında tüm müteahhitlik hizmetleri durmuş, müteahhitlere ait alacaklar askıda kaldığı gibi müteahhitlerimize ait araç ve makine parkları yağmalanmış ya da tahrip edilmiştir.
8. Türkiye, Kıbrıs sorununu uluslararası boyutta hala çözemediği gibi, Doğu Akdeniz’de bulunduğu iddia edilen petrol ve doğal gaz yataklarının aranması ve işletilmesi konusunda uğradığı yalnızlaşma yanında, 16 yıllık ve muhafazakar olduğunu iddia eden AK Parti Hükümetleri dönemlerinde de Kıbrıs’lı soydaşlarımızın yakından görerek incindiği, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde sosyal huzursuzluk ve kültürel bozulmayı hızlandıran mafia, kumar, uyuşturucu ve beyaz kadın ticaretinin önlenmesi konularında olumlu yönde hiçbir adım atmamış ve atılmasını sağlayacak bir politika izlememiştir. Bu durum Kıbrıs sorununun içeride ve dışarıda Türk toplumu lehinde çözülmesine en büyük bir engeli teşkil etmektedir.
9. Türkiye temsilde adaleti sağlamayan bir seçim sisteminin ağır baskısı altında, azınlığın çoğunluğa tahakkümü altına girmiş bulunmaktadır. Hiçbir siyasi parti veya akım bu durumun değişmesi ve temsilde adaleti gözeten yeni bir seçim sistemine geçilmesi gereğini ağzına dahi almamaktadır. Seçimlerde uygulanan yüzde 10’luk barajın ise makul bir seviyeye indirilmesi herkesin üzerinde mutabık kaldığı bir konu olmasına rağmen yasama ve yürütme organı tarafından bu durum benimsenerek halen sürdürülmektedir. Esasen Başkanlık Sistemi ile ortaya çıkan fiili durum Meclisin Milleti temsil kabiliyetini örtadan kaldırmıştır.
10. Ülke nüfusunun büyük bir kısmı ekonomik hayattan dışlanmış bulunmaktadır. Bunun doğal sonucu olarak halkın büyük bir kısmı sosyal ve siyasi hayatta rol alamaz, durumunu ifade edemez ve aleyhinde gelişen akibeti değiştiremez bir hale getirilmiştir. Nüfusun 26 milyonu öğrenci konumunda oyalanmaya mahkum edilerek, üretimden uzak ve tüketici konumunda, işsiz-güçsüz ve adeta “hayta” bir konumda tutulmaktadır. Nüfusun 10 milyonu yeşil kart hamili olarak kayıtlara geçmiştir. Bunların işsiz-güçsüz ve herhangi bir sosyal güvenceden yoksun ve tamamen yoksul bir kesimi göz önüne getirdiği dikkate alınmalıdır. Kayıtlara göre 10 milyon emeklinin de ekonomik hayattan kopuk ve yeşil kartlılar gibi tüketici durumunda olduğunu izaha gerek yoktur. İşsizlik oranı her ne kadar yüzde 11 olarak açıklansa da bu oranın gerçeği yansıtmadığı; çalışma çağındaki öğrencilerin, yeşil kart hamillerinin ve çalışma çağında olmasına rağmen iş aramaktan vaz geçenlerin ve sürekli bir işi olmamasına rağmen ayda birkaç gün ve hatta birkaç saat çalışanların dahi işsiz olarak bu orana dahil edilmediklerini düşündüğümüzde bu aslında işsizlik oranının yüzde 30’u bulduğunu söyleyebiliriz. Çalışıyor görünen 18 milyon kişinin ise asgari ücretli olduğunu da unutmamalıyız. 2003 yılında, AB uyum süreci gereği denilmesine rağmen, gerçekte global sermayenin isteği doğrultusunda AKP Hükümeti tarafından çıkarılan İş Kanunu ile getirilen ve çıkarılan yönetmelikle uygulamaya konulan “Özel İstihdam Büroları” ile tüm ülke, her türlü sosyal güvenlik hakkından mahrum insanların oluşturduğu, açık bir “amele pazarı” haline getirilmiştir. Bu sayede, işçi örgütlenmesi ve sendikal haklar mazide kalan bir hatıra haline gelmiştir.
11. Türkiye’de uzun yıllar halkın tasarruf meylinin çok düşük olduğu mektepli iktisatçılarca iddia edilegelmiştir. Geçimini zor sağlayan ve kıt kazancıyla borç-harç yaşayan bir toplumdan tasarruf beklemenin anlamsızlığından hiç kimse bahsetmemiştir. Halkın 35 milyona yakın bir kısmı, sistemli olarak işsiz bırakılarak, üretime hiçbir katkıda bulunmasına adeta izin verilmezken, sosyal yardımlarla ayni ve nakdi olarak desteklenerek hayatlarını idameye adeta mecbur bırakılmışlardır. Bunun finanse edilmesi için dışarıdan ve içeriden alınan döviz borçları karşılığı olarak para basılmış, bu sayede ekonomik yapıda ciddi üretim düşüşlerine meydan verilmiş, kredilendirme ve borçla yaşamaya alıştırma ile ekonomik yapıda bir depresyon yaşanmasının engellenmesi, ekonomi-politik bir tercih olarak benimsenmiştir. Bu durum yeni borçlanmalara yol açan ve uzun süre sürdürülebilirliği şüpheli bir vesayet rejimidir. Halkın genetik karakteristiği bu uygulamaların bir sonucu olarak, zaman içerisinde olumsuz yönde değiştirilmektedir. Ahlak kurallarına bağlı ve saygılı olan toplum yapısı, fırsatçı ve kap-kaççı bir ahlaksız karakter yapısına doğru şağrtlandırılmaktadır.
12. Türkiye’de halk, yürütülen ekonomik politikalar doğrultusunda biçimlendirilen sosyal yapıda “efendi-köle” ilişkisine zorlanmaktadır. Bunu kanıksayacak bir toplum yapısı, metropol şehirlerde bilhassa toplu taşıma sistemlerinin yetersizliğinden sıra-saygı ilişkisi törpülenerek de hızla oluşturulmaktadır. İşsizlik ve çaresizlik darboğazında sıkıştırılan geniş halk kitleleri “gemisini kurtaran kaptan” anlayışıyla aile bağlarından bile koparılmakta, genç kızlar kendilerini kurtarma ümidiyle kurda kuşa yem olmakta ve hiç küçümsenemeyecek sayıda bir gençlik zümresi, çok erken yaşlarda, yaşadıkları bunalımdan kurtulmanın geçici de olsa tek çaresi olarak görebildikleri, uyuşturucu ipine sarılarak heba olmaktadır.
13. Türkiye’de ölçülebilen ekonomik değerlere bir göz atacak olursak;
İç borç stoku : 200 milyar ABD Doları
Dış borç stoku: 460 milyar ABD Doları Milli gelire oranı % 59,5
İç ve Dış Borç Toplamı: 660 milyar ABD Doları
Toplam ihracat: 160 milyar ABD Doları
Toplam ithalat: (Tahmini) 200 milyar ABD Doları olarak görülmektedir.
Bu rakamlar geçtiğimiz diğer on yıllarla kıyaslandığında çok ciddi bir ekonomik büyüklüğü göstermekle beraber, ekonomik bir vesayet altında olduğumuzun somut bir delilidir.
Öyle görülüyor ki Hükümet, iktidarının ömrünü iç ve dış borçlanma miktarını arttırarak ve bu şekilde iç ve dış güç odaklarına millet kesesinden faiz adı altında haraç ödeyerek uzatma gayretindedir.
Türkiye bu ağır borç yükünü kısa dönemde üzerinden silkip atacak bir durumda değildir. Her ne kadar IMF boyunduruğundan kurtulmuş da olsak, çalışma çağındaki atıl işgücü kapasitemizi harekete geçiremediğimiz takdirde, bu vesayetin yükü altında ezilmeye devam edeceğimiz görülmektedir. Bugün ulaşmış olduğumuz ekonomik büyüklüğü kısa zamanda katlayarak aşabileceğimiz yeterli bir nüfusa, ulaşım ve iletişim alt yapısına, üretim için gerekli eğitilmiş iş gücüne sahip olmakla birlikte, yüksek teknolojik imkanlara, yeterli enerjiye ve milli sermaye gücüne sahip olmadığımızı ve buna göre değerlendirme yapmak zorundayız.
14. Türkiye, kısa vadede, İş Kanununu değiştirerek global sermayenin dayattığı efendi-köle düzenine geçişi sağlayan taşaron sistemini ve özel istihdam bürolarını ortadan kaldırarak halkının eşit vatandaşlık hakkını tekrar teslim etmeli, metropollerde temerküz eden memur düzenini zorunlu rotasyon uygulamasını başlatarak ıslah etmeli ve mevcut devlet memuru istihdamını iki katına çıkararak, eğitimli iş gücünü yeni istihdam alanları yaratarak verimli ve üretken bir hale getirmeli, üretimi destekleyen ve geliştiren devlet anlayışını yeniden tesis ederek halkına güven vermelidir. Devlet memuru kadrosunun genişletilmesi hem güvenlik hem de toplumsal uzlaşma ve kaynaşma bakımından hayati önem taşımaktadır.
14. Dünyada global sermayenin zorlamasıyla gelişen şirketokrasiye, devletsizleştirmeye ve bölünerek küçülmeye karşı duracak yeni bir anlayış ile harekete geçmek zorundayız. Bunun için milli ve yerli bir planlama sürecine ihtiyaç vardır. Öncelikli hedefimiz birlik ve beraberliğin devamı için kamu otoritesinin yeniden yapılandırılarak tesisi ile, öncelikli ihtiyaçların tespiti ve telafisi için gereken alt ve üst yapının oluşturulması ile, dünyadaki yerimizin uzlaşmacı yaklaşımlarla pekiştirilmesi yanında, tehdit unsurlarının devletler ve bloklar arasında yeniden belirlenecek işbirliği ve entegrasyon süreçleriyle teminat altına alınmasına gayret göstermeliyiz. Bu çalışmaların içeride ve dışarıda ortaya çıkaracağı riskleri gözde alacak bir devlet politikası kararlılığının, Anayasa’da belirlenen değişmez kurallara bağlı kalarak, yeniden belirlenecek bir kurallar manzumesi ile yenilenecek bir Anayasa ve yasalar ile düzenlenmesi sağlanmalıdır.
15. Türkiye devletinin 1980 İran’dan gelen, 1989 yılında Bulgaristan’dan gelen, 1989 yılı sonundan itibaren başlayıp günümüzde dahi süren eski S.S.C.B. uyruklu, 1991’de Irak’dan gelen ve son iki yıl içinde Suriye’den gelen mültecileri ülkeye kabul etme, yerleştirme ve vatandaşlığa kabul etme politikaları, nüfus yapımızı olumsuz etkileyerek, tamamen ülke düzenini sarsacak boyutlara ulaşmış, 10 milyon kişi civarında ülkeyi sahiplenmeyen ve ayrılıkçı politikalara destek sağlayan yeni nifak odaklarının ortaya çıkmasına sebep güvenlik sorunları haline gelmiştir. Bu durumun “milli devlet” yapısını ve anlayışını çökerttiğini kabul etmek gerekmektedir. Bu mülteci akını, ülke halkının bir kısmının da işsiz kalmasına yol açtığı gibi, çalışma şartlarının daha iyi hale getirilmesi sürecini tersine çevirmiş, işveren kesimin işçi kesimi üzerindeki tahakkümünü arttırmıştır.
16. AK Parti hükümetlerinin yandaş bürokrat sınıfı oluşturma çabaları, akrabalık, ayırımcılığı ve kayırımcılığıyla, bürokratik sistemin sağlıklı işleyişinin gereği olan tahsil, kıdem ve liyakat esaslarına uyulmaması sonucu, devlete ve yasalara değil, amire itaat ve sadakati esas alan vasıfsız ve niteliksiz bir yeni bürokratik sınıfın oluşmasını sağlamıştır. Ehliyetsiz ve liyakati kuşkulu bir memur zümresi vazifesini ikmalde mütereddit, vazifesini ihmalde mahir bir tutum ile, devlet dairelerinin kapılarını vatandaşa kapalı, yandaşlara açık bir kale getirmiştir. Bu ise rüşvet ve iltimas çarkının dönmesini sağlayan bir “muharrik güç” haline gelmiştir.
17. Türkiye’nin geleceğinin teminatı olacak hızlı tren, raylı sistem, duble yollar, muazzam konut edindirme projeleri, tüm illere hava alanı projeleri ve hava ulaşımının tüm illere yaygınlaştırılması, sağlık sektöründeki kara ve hava ambülans hizmetleri, tüm sosyal güvenlik kurumları ile sağlık sigorta sisteminin birleştirilmesi ve yaygınlaştırılması ile İstanbul’a yeni hava limanı, kıtaları kara ve demiryolu ile bütünleştirecek projeler ülkenin geri dönülemez ileri bir noktaya geldiğinin somut kanıtlarıdır. Bu imar ve inşa faaliyetleri esnasında, tahsil-kıdem-liyakat unsurları gözetilerek devlet bürokratik sisteminin iyileştirilmesi gecikilmeden ele alınmalı ve hızla gerçekleştirilmelidir.
18. Ülkemiz, tüm komşu ülkelerle savaş durumu halinde sorunlu ve tamamen kuşatılmış bir “ada ülke” konumundadır. Fiilen içeride ve dışarıda savaş şartları hüküm sürmektedir. Bu durumun sürdürülemeyeceği, ödenen bedellerin yükü altında devletin ve Milletin ezildiği görülmektedir. ABD ile “vekalet savaşı” sürmekte, Rusya ile ağır bedeller ödenen bir gerginlik dönemi sonunda ilişkiler düzeltilme aşamasına gelinmişken bu defa tüm dış ekonomik ilişkilerimizin % 50'sini kapsayan AB ile ilişkiler, ortaklık müzakereleri göz önüne alındığında, dondurulma noktasına gelmiştir. Tüm bu ülkelerle ilişkilerin düzeltilebilmesi kısa dönemde mümkün görülmemektedir.
19. Ülkenin adalet ve kişi temel hak ve özgürlüklerine dayalı, mesken masuniyetini esas alan, hak ve hukuk önünde akan suların durduğu, eğitimde ve istihdamda eşitliği uygulayan yeni bir sistem yapılanmasına ihtiyacı vardır. Dünyada gelişen ve yaygınlaşan, otokratik, polis devleti anlayışı yerine halkını topyekun kucaklayan yeni bir yönetim ve hem yönetenlerin hem de yönetilenlerin hesap verilebilirlik bakımından; “kanunlar önünde herkesin eşit olduğu” anlayışının, kimsenin keyfine bırakılmadan uygulandığı, yasama-yürütme-yargı erklerinin birbirinden bağımsız olmakla birlikte, eşit düzlemde birbirlerini denetleyebildiği yeni bir yönetim anlayışının hukuki temellerini tahkim etme sorumluluğumuz bulunmaktadır.
20. Herkese iş ve herkese aş temel amacı doğrultusunda, ülkenin tüm kaynakları verimli bir şekilde ve üretim ağırlıklı bir yapılanma, para sistemi de yeniden kurgulanarak hayata geçirilmelidir. Bunun için öncelikli olarak, son 30 yılda yapılan tüm özelleştirmeler yeniden gözden geçirilmeli, özelleştirlen kurum ve kuruluşların akibeti sorgulanarak, milli servet kaybına sebep olunmuşsa sorumlulardan hesap sorulmalı ve yeniden devletleştirme işlemleri derhal yapılarak, yeniden kamuya kazandırılmalı ve yeni teknolojik gerekler esas alınarak yeniden yapılandırılmalıdır. 
Ankara; Zeki ŞAHİN, Akademisyen-İşletmeci-Ekonomist.21 Kasım 2018
ENFLASYONİST EKONOMİ POLİTİKASINA DÖNÜŞ
Bir ülkede ekonomik yapı, toplumun her kesiminin, kuralları yazılı veya yazısız olarak belirlendiği biçimde ve herkesin hakkına razı olarak, bir diğerinin hukukuna tecavüz etmeden mal ve hizmet ürettiği ve bunların karşılığını geçerli para ile veya ölçülebilir herhangi bir geçerliliği kabul edilmiş bir değer olarak aldığı bir sistemde, bir diğeriyle uyumlu ve birbirini tamamlayarak çalışan mekanizmaların bütünüdür. Bu sistemi değişik enstrümanların bir araya geldiği bir orkestraya ya da farklı fonksiyonları olan muhtelif organların oluşturduğu herhangi bir canlı organizmaya benzetebiliriz. Nasıl ki orkestrada farklı sesleri dile getiren değişik tür ve sayıda enstrümanlar aynı besteyi icra ederse ve canlı bir organizmada farklı organların, bütünü korumak ve yaşamayı sürdürmek için üstlendiği değişik görevler varsa ve nasıl ki orkestrada şef, organizmada ise beyin tüm sistemi sevk ve idare ediyorsa ve böylece duruma ve amaca uygun hareket sağlanıyorsa; ekonomik sistem de yalnızca farklı sektörlerin basit bir bileşeni değil, aynı zamanda sosyolojik, politik ve teknolojik faktörlerin de dahil olduğu çok karmaşık bir ilişkiler sistemidir bu sistemde de, orkestrada şefin, organizmada beyinin icra ettiği fonksiyonu üstlenen bir koordinasyon ve kontrol mekanizmasına ihtiyaç vardır... Orkestranın başarısı veya başarısızlığı sadece orkestra şefinin bilgi ve beceri düzeyi ile değil; orkestra elemanlarının eğitim düzeyi enstrümanlardaki akord ve diğer fiziki koşullara da bağlı olduğu gibi, canlıorganizmanın sağlığının beyinde veya diğer organlarında sistemin düzgün çalışmasını engelleyen herhangi bir enfeksiyon veya travma nedeniyle bozulması gibi, ekonomik sistemi oluşturan parçalarda da bozulmalar ortaya çıkabilir ve uyum bozulabilir veya verim azalabilir. Böyle bir durumda problemin tespit, tahlil, teşhis ve tedavi süreci başlatılır. Ekonomik düzen, birbirine bağlı ve farklı faaliyetlerin ortaya koyduğu karmaşık yapısı ile bir senkronizasyon bozukluğunu uzun süre taşıyamaz ve zincirleme bir reaksiyonlar biçiminde tüm sistem çöküntü içine girer. Ekonomik sistem bileşenlerinden birinde ortaya çıkan bir bozukluk sosyal ve siyasal yapıda da çözülmeye ve bu da gelişmeyi engelleyerek, önce teknolojide ve sonra her şeyde genel bir gerileme sürecine girilmesine neden olur.
Ülkemizin en ciddi ve çözüme muhtaç sorunu enflasyon
Ülkemizin en ciddi ve çözüme muhtaç sorunu olan “enflasyon”; ekonomi biliminin en önemli parametrelerinden birisidir ve 40 yıldır Türk Milletine anlatıldığı ve halkın aldatılarak soyulmasının kaderi olduğuna inandırıldığı gibi, nereden geldiği belli olmayan bir ucube ve kendiliğinden zuhur eden baş edilemez yedi başlı bir canavar değil, tam aksine, “ölçülebilir, kontrol edilebilir ve bir kesimden diğer kesime servet transferi” amacıyla Hükümetlerce kullanılan bir araçtır. Enflasyon, gelişmiş ülkeler halklarının sosyal kesimler arasında yüzyıllar süren büyük savaşların sonucunda ulaştığı “social consensus-sosyal uzlaşma” sayesinde, işlevsel bir demokratik sistemini kurmuş ve sömürge ya da yarı sömürge olmayan ülkelerde çok düşük, hakim sınıflarla vuruşularak hak edilmiş bir “demokratik” düzen kuramamışülkelerde, müstemleke ya da yarı müstemleke halinde,demokratik olmayan veya güdümlü ürünü hükümetler tarafından, ekonomik sistem içinde belli bir kesime diğer kesimlerden değer aktarmak yani servet transferi yapmak için kullanılan, toplumun tüm değerler sistemini, birlik-beraberlik-kardeşlik ve adalet anlayışını yok eden en tehlikeli, fakat bu amaçlara uygun olarak kullanılabilen ve tahrip gücü en yüksek bir silahtır. Bu aracın-silahın hükümetler tarafından kötü niyetle kullanılması ekonominin sinir sistemini kısa zamanda felç eder ve sistemde genel bir çöküntü yaratır ve bu çöküntü “ekonomik krizler” şeklinde, her defasında bilhassa orta sınıf ve alt orta sınıf üzerindeki yıkım etkisi daha şiddetli bir biçimde ortaya çıkar. Hele fakir-fukara ile garip-guraba enflasyonist politikalarla daha rezil ve sefil bir hayata mahkum olur.
Enflasyona dayalı gelişme(!) politikası, sosyal uzlaşmayı ve adaleti sağlayamamış, gelişememiş veya gelişmekte olan ülkelerde uygulanmaktadır. Bu ülkeler Arjantin, Brezilya, Meksika, Şili ve sair Orta ve Güney Amerika ülkeleriyle Orta Doğu ve Güneydoğu Asya ve bazı Afrika ülkeleri gibi karmaşık demografik yapıya sahip Devletlerde iktidarı ele geçiren güçler tarafından, muhalefet eden veya etmeyen diğer taraflar aleyhine, kendilerini zenginleştirmek ve diğerlerini fakirleştirmek için, en etkili ve ucunda susturucu takılı, sessiz bir silah olarak kullanılmaktadır.
Avrupa Birliğine katılan ülkelerde, Maastritcht kriterlerinin zorunlu kıldığı üst yasalar ve anlaşmalarla sağlanmış sosyal uzlaşma sonucu iki haneli enflasyon rakamları tek haneli rakamlara düşürülmüş bulunmaktadır. Bunun tek istisnası Türkiye’dir ve Hükümetler büyük bir özenle Maastritcht kriterlerinden söz etmez ve ettirmez iken, Kopenhag kriterlerini ısıtıp ısıtıp kamuoyunun gündemine kışkırtıcı bir biçimde getirmeyi, asıl somut olaylarla dolu gündemi saklayarak, üzerinde toplumun geneli veya çoğunluğu tarafından asla uzlaşılması mümkün olmayan soyut kavramları, halkı bununla birbirine düşürerek oyalamayı “her dönem için geçerli” bir taktik olarak benimseyerek kullanmayı uygun görmektedirler.
Sosyal uzlaşmaya sahip iken enflasyona dayalı politika uygulayan tek ülke İsrail’dir ve bu yıkıcı etkisi son derecede yüksek olan ekonomik silahı, 1967 savaşı ile “zoraki vatandaş” olarak ilhak ettiği Filistin ahalisinin taşınır ve taşınmaz mal ve mülkünü gasp etmek için kullanmışancak bu arada, hemen hemen tamamı şu veya bu şekilde maaşlı Devlet görevlisi olan, İsraillileri kendi icatları “eşel-mobil” sistemi ile korumuştur. Filistinliler yeteri kadar fakirleştirildikten ve ekonomik mukavemet gücü kırıldıktan sonra, uygulanan bu yüksek enflasyon politikası, amaç hasıl olduğu için, derhal terk edilerek normale dönülmüştür.
Enflasyonun ekonomik sistemdeki etkisini ve sonuçlarını, organizmada ortaya çıkan bir kanser tümörüne benzetebiliriz. Toplumun belirli kesimlerine servet transferi amacıyla uygulanan bir enflasyonist politika ile aşırı beslenen kesim anormal olarak büyür ve organizmanın normal dengesini bozarak hastalanmasına ve sürüm sürüm sürünmesine yol açar. Bu halkına düşman kesimin tek endişesi sosyal patlamadır. Onu da düzmece ideolojiler ortaya atarak, halkta hiçbir karşılığı olmayan, sarı sendika karşılığı sahte muhalefet grupları ve partilerli ortaya çıkarıp medyada bunları parlatarak halkın gazını almak için kullanırlar. Toplumda var olan Bu kanserli bölge tedavi edilmezse, uzun vadede kanserin “öldürücü” etkisini engellemek imkansızdır. Organizmanın ölümü, organizmanın türüne ve hastalıklara karşı dayanma gücüne göre değişir. Bazan ölüm birden gelir. Bazan hastalık yıllarca sürebilir veya zayıflayan organizma, normal koşullarda öldürücü etkisi olmayan başka bir nedenle, “zamansız” da ölebilir. Hastanın ameliyatı ile bozulmuş kısım vücuttan çıkarılır. Ekonomide bunun anlamı“dışarıya para ve servet transferidir”. Bazı durumlarda hasta ameliyat edilmez ve çok pahalı ilaç ve ışın tedavisine ihtiyaç olur. Bunun ekonomik ifadesi “iç ve dış borçlanmadır”. Her iki durumda da tam bir iyileşmeden söz edilemez ve vücut eski gücüne asla kavuşamaz ve aslında kavuşmasına izin verilmez.
Enflasyon ile servet aktarılan toplum kesimini insan vücuduna girmiş bir bağırsak parazitine de benzetebiliriz. Alınan gıdaların çoğu bağırsak paraziti tarafından emildiği için, alınan tüm besleyici gıdalara rağmen, vücut hasta ve çelimsiz görünür. Bağırsak paraziti ise semirdikçe semirmektedir ancak parazit semirdikçe daha fazla besine ihtiyaç duyar ve vücudun beslenmesine daha az besin kalır. Alınan tüm gıdalara rağmen sadece parazit büyüdükçe büyür ve vücut daha da güçsüz ve çelimsiz kalır. Vücut yaşadıkça parazit gelişir de gelişir ve vücudun zafiyeti onu hiç etkilemez. Bu durumun ekonomik izahı ise “içimizdeki Danimarka” da denilen ve enflasyonist politikalarla semirtilmiş kesimin, alınan iç ve dış borçların daha çoğunu emerek gittikçe semirmesi ve ülke ekonomisinin yatırım ve üretim eksikliği yüzünden daha kırılgan ve güçsüz, bu kesimin dışında kalanların ise daha fakir ve yoksul hale gelmesidir.
Son yapılan hesaplamalara göre, Türkiye’de kişi başına düşen ulusal gelirin 14.000 USD olduğu görülmektedir. Bu zenginliğin 12.000 USD kadar miktarı “bağırsak parazitleri” tarafından emildiği için, halkın büyük çoğunluğunun 2000 USD civarında bir kişi başına ulusal gelir düzeyine, istese de istemese de razı edildiği sonucu çıkmaktadır. Gerçekten fiili durum da budur.
İş başına gelen hükümetler, halkın beklentilerini ve haklı taleplerini kısıtlamak için, ülkeyi olduğundan fakir göstermekte ve “enkaz devraldık” edebiyatı yapmakta yarışırlar.
Acı gerçek ise ülkede % 1 nüfusa sahip bir kesimin, ulusal servetin % 80 kadarını kontrol ediyor olmasıdır. Soyal yardım olmadığı takdirde yaşama gücü kalmamış 44 milyon insanın sürekli ve makul düzeyde gelir getirecek hiç bir işi gücü ve yarını yoktur. 44 milyon insan, asgari ücret ile aile geçindirmeye mahkum edilmiştir.
ENFLASYONUN ACI BİLANÇOSU
Türkiye ekonomisi, bilinçli bir şekilde ve sistemli olarak, tam bir jenerasyon ömrünü kapsayacak zaman aralığı boyunca, güdümlü demokrasinin “şahsi emellerini müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit etmiş bedhahları” tarafından temsil edilen Hükümetleri eliyle, enflasyon aracının Türk Milletine karşı insafsızca kullanıldığı ve kendini besleyen canavara dönüştürüldüğü, mevcutlarına el konulduğu yetmiyormuş gibi, iç ve dış borçlanma politikaları ile geleceğine de ipotek konulduğu, umutların tüketildiği, toplumun büyük çoğunluğunun iş ve aş bulma konusunda çaresizlik içinde bırakıldığı, insanların “yarın” endişesi içinde bırakılarak, insan psikolojisinin en alt basamağı olan “sadece hayatta kalmak ve bunun için gerekli olan fizyolojik ihtiyaçlarının tatminine yönelmek” derecesine alçaltılmasına yani “hayvanlaştırılmasına” ve bunun sonucu olarak; “güvenlik” ve “aidiyet” ihtiyaç psikolojisinden uzaklaştırılmasına ve bu şekilde “insan” ve “millet olma” bilincinin törpülenmesine, “mandacı” ruh haline sokulmasına ve tüm “emperyalist” saldırılara karşı kendini savunma refleksinin bertaraf edilerek, “savunmasız” ve “açık hedef” haline getirilmesine yol açılmıştır.
Bugün toplumun büyük çoğunluğu, ekonomik krizlerle destekli, büyük bir psikolojik savaş harekatından “mağlup” olarak çıkmıştır. Bugün halk arasında, “vatan-millet-Sakarya” tekerlemesi dillerde bir “istihza ve sinkaf” malzemesi olarak kullanılmaktadır.
Bir süre AB-Avrupa Birliği Maastricht Kriterlerine uyacağı izlenimini veren AKP Hükümetleri, iç ve dış güç odaklarının baskıları ve iktidara daha uzun süre daha tutunma tutkusu ve hatta mecburiyeti sebebiyle iki dönemdir gizlice enflasyonist ekonomi politika uygulayarak ve Başkanlık Sistemi ile de bunu adeta milletin burnuna zorla dayayarak sürdürmeyi tercih etmiştir.
Enflasyonist ekonomik politika ve yüksek döviz kuru uygulaması sadece ve sadece zengini daha zengin ve fakiri daha fakir yapan ve müstemleke ahalisini “bir lokma bir hırka” ile yaşamağa mahkum eden efendi/köle düzenidir. Bu düzeni yeni ayağını ve zımnı kabulünü Hükümet "Kıraathane" ile ortaya koymuştur. Tüm dünyada "sınıfsız toplum" olarak bilinen Türk Milleti "fakir/zengin" olarak "cebren ve hile ile" iki ayrı sınıfa bölünmek istenmektedir.
Ankara; Zeki ŞAHİN, Akademisyen-İşletmeci-Ekonomist.21 Kasım 2018
ZEKI SAHIN <zekisahin@yahoo.com>

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

EN ÇOK OKUNAN.POPÜLER