29 Aralık 2018 Cumartesi

TÜRKİYE “B PLANI”NI ACİLEN UYGULAMALIDIR "Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN" (Ankara Kalesi No: 90)-"BÖLGESEL İTTİFAK FIRSATI KAÇIRILMAMALI" Amiral Soner Polat

ANKARA   KALESİ NO: 90
    
TÜRKİYE “B PLANI”NI  ACİLEN UYGULAMALIDIR
Prof. Dr. ANIL  ÇEÇEN
Merkezi coğrafyada yer alan ülkelerin durumu pek iyi görünmüyor . Eski Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisinde  yer alan  ülkelerin hiç birisinin durumu iyi görünmüyor .Türkiye dahil hepsini yeni bir var olma ve yok olma mücadelesinin beklediğini birbirini izleyen olaylar ortaya koyuyor . İki kutuplu dünyadan tek kutuplu yapılanmaya geçerken  geçmişten gelen sorunlar devam ederken ,şimdi çok kutuplu bir yapılanmaya doğru dünya konjonktürü sürüklenirken  eski meselelerin  daha da büyüyerek bölge ülkelerinin önüne çıktığı ve bu  aşamada bütün  eski Osmanlı ülkelerini teslim aldığı açıkca görülmektedir . Osmanlı hegemonyasını bitiren  Lozan Antlaşması öncesinde o dönemin iki büyük dünya gücü olarak bir araya gelerek bölge haritasını cetvelle çizen İngltere ve Fransa gbi devletlerin bugünün koşullarında ikinci plana sürüklenmesi , onların yerini Amerika Birleşik Devletleri ve İsrail gibi devletlerin alması yepyeni bir siyasi durum ortaya çıkarmakta  ve bu iki büyük güce sahip devlette bölgenin eski haritasını beğenmeyerek kendi haritalarını çizmeğe yöneldiklerinde  ciddi bir üçüncü dünya savaşı tehlikesini de beraberinde getiren bir çok olumsuz gelişme birbiri ardı sıra dünya gündemine gelerek  savaş riskini artırmaktadır . Bugünün koşullarında dünyanın en büyük gücü ABD ile onun uzantısı ve geleceğin patronu olmağa hazırlanan İsrail devletinin kesinlikle  Orta Doğu haritasını beğenmedikleri ve kendi çıkarları doğrultusunda bölgede Atlantikçi ve siyonist bir hegemonyayı beraberinde getirecek yeni bir  haritaya doğru  eski Osmanlı ülkelerini zorladıkları görülmektedir . Bu nedenle ,merkezi coğrafyada yer alan bütün ülkelerin sınırlarının kesin olmadığı ve gelecekte hepsinin yepyeni bir   haritaya doğru sürükleneceği  anlaşılmaktadır .
              Bütün dünya merkezi coğrafyayı  yalnızca Orta Doğu bölgesi olarak kabül ederken , eski Osmanlı hinterlandına egemen olmak isteyen Amerika Birleşik Devletlerinin  , Osmanlı İmparatorluğunun sınırları içerisinde yer alan  Kuzey Afrika ve Kafkasya bölgelerini de  merkezi alanda kabül  ederek  buna göre politikalar geliştirdiği görülmektedir . Yirmi birinci yüzyıla doğru dünya ilerlerken , küresel sermayenin desteği ile tek kutuplu bir dünya yaratmağa çalışan ABD ,bu konuda gecikerek başarılı olamayınca bu kez  karşısında yeni süper dünya güçleri ortaya çıkmış ve ABD merkezli  bölgesel dayatmalara karşı çıkarak ,Osmanlı imparatorluğundan geri kalan  topraklarda yeni bir batı hegemonyasının kurulmasına izin vermemişlerdir . Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra içine girilen küreselleşme  aşamasında  dünyanın yeni süper güçleri olarak Rusya,Çin ve Hindistan merkezi alan ile ilgili bütün gelişmelere yakından ilgi göstermeğe başlarken , Türkiye en kritik aşamada  İran’a karşı uygulananan yaptırımları  büyük güçlerin etkisinden kurtararak dengelemeğe çalışırken , Brezilya gibi yeni  bir büyük devin gücünden yararlanmağa çalışmıştır .Böylece ,ABD’nin onbinkilometre uzaklıktan gelerek bölgeye müdahil olması gibi, Brezilya’da benzeri uzaklıktan gelerek merkezi alanın yeni dengelerinde bir başka büyük güç olarak devreye girmiştir . Çekişme alanının yanıbaşında yer alan yeni büyük güçlere karşı Türkiye her zaman olduğu gibi ve Avrupa’nın dev ülkelerine karşı uzaktaki dev olan ABD’yi devrede tutma yaklaşımlarının  benzeri bir politikayı sürdürerek , farklı  bir başka uzak gücü devreye sokarak dengeleri yeniden oluşturmağa çaba göstermiştir . Rusya,Çin ve Hindistan üçlüsünün yanıbaşlarındaki merkezi coğrafya ile yakından ilgilenmeğe başlamaları üzerine ,Türkiye  karışan dengeler ve artan baskılar karşısında Brezilya gibi bir büyük oyuncuyu da devreye sokarak  çoklu dengelerde ulusal çıkarlarını koruyabilmenin çabası içerisinde olmuştur . Yeni ortaya çıkan güçler dengesinde ,öne geçen büyük devletlerin kendi çıkarları doğrultusundaki politikaları bölge ülkelerine baskı yaparak uygulatmak istemesi nedeniyle  ,soğuk savaş döneminde buzdolabına kaldırılmış olan bütün eski meseleler yeni sıcak konular olarak birer birer devreye girmişlerdir .
            Fransızların felaketler coğrafyası adını taktıkları  Avrasya kıtasının  geleceği giderek belirsizleşirken ,tek kutuplu dünyadan çok kutupluya doğru kaymakta olan dünya dengelerinde etkisini artırmak isteyen yeni büyük güçlerin de  eski Osmanlı hinterlandında  açıktan devreye girdikleri görülmektedir . Rusya yeniden Kafkaslar’da etkisini artırırken ,Çin bütün bölge ülkeleriyle ekonomik ilişkilerini hızla artırmakta ,Hindistan ise Basra körfezi üzerinden bölgeye girerek  Çin ve Rusya ile yeni bir rekabet düzenine hazırlanmaktadır . Bu aşamada Çin ile İran arasında ,Rusya ile Arap ülkeleri arasında  ve İsrail ile Hindistan arasında yeni yakınlaşmaların öne çıktığı ve bu doğrultuda bölgeye dönük  yeni girişimlerin tezgahlandığı anlaşılmaktadır . Bir büyük savaşa daha doğrusu üçüncü cihan savaşına doğru olaylar gelişirken ,bütün bu gibi olumsuz gelişmelerin yer aldığı coğrafyanın merkezi ülkesi olarak Türkiye’nin  bu baş döndürücü trafiğe ayak uyduramadığı ve batılı ülkelerin baskılarından kurtulamadığı için kendi güvenliğini sağlayacak ve kendi ulusal çıkarları doğrultusunda hareket ederek yeni bir bölgesel açılım yapamadığı  üzülerek görülmektedir . Bir türlü Amerika Birleşik Devletleri ,Avrupa Birliği ve İsrail taşeronluğundan kurtulamayan Türkiye Cumhuriyetinin , üçüncü dünya savaşının potansiyel alanındaki varlığını güvenceye almakta zorlandığı , dış baskılar yüzünden kendi çıkarlarının gerektirdiği adımları bir türlü atamadığı ,başka ülkelerin belirlediği gündemin ortaya çıkardığı olaylar zinciri içerisinde  sağa ve sola sürüklenerek ,doğru dürüst bir plana dayanan tutarlı bir dış politika uygulayamadığı görülmektedir . Soğuk savaş döneminin sona erdiğini anlamakta fazlasıyla geç kalan Türkiye Cumhuriyetinin hala ABD merkezli dünya devam ediyormuş gibi hareket etmesi yüzünden çok kutuplu dünya dengelerinin oraya çıkardığı fırsatlardan yararlanamadığı açıkca görülmektedir .Türkiye orta boy bir ülke olarak sahip olduğu jeopolitik konumunun gerektirdiği stratejik açılımları ulusal çıkarları doğrultusunda yapamadığı için ,hala bu bölgede oynananmakta olan büyük oyunda kaybeden konumunu sürdürmekte ve bu durumdan fazlasıyla da zarar görmektedir .
           Başkalarının hazırladığı plan ve projelerin arkasında koşmaktan bir türlü kurtulamayan Türk devletinin son zamanlarda ciddi yorgunluk sinyalleri vermeğe başladığı  ,batılı dost ve müttefik ülkeler uğruna katlanılan bir çok  olumsuz gelişmede ciddi ulusal çıkar kayıplarına uğradığı görülmektedir . Bu yüzden  bir türlü toparlanamayan Türkiye Cumhuriyeti yeni bir genel seçim sürecinde  farklı bir anayasal yapılanmaya doğru dış baskılarla sürüklenerek  iyice  tasfiye edilme noktasına doğru zorlandığı  inkar edilemiyecek derecede   gözlemlenmektedir . Merkezi gücünün tasfiye edilmesiyle , başkentin İstanbul’a taşınarak küresel sermayenin güdümüne teslim olunmasıyla ,güneydoğu bölgesi üzerinden eyalet sistemi ve federasyon yapılanmasının zorlanmasıyla ,Türkiye Cumhuriyeti güçlü bir ulus devlet olarak bu bölgede kendi ulusal planını uygulayamıyacak bir dağılma sürecine doğru dış baskılar ve emperyal güdümlemeler ile yönlendirilmektedir . Dünyanın her bölgsinde otorite boşluklarının ortaya çıkması nedeniyle güç merkezleri nasıl bir hegemonya mücadelesine girişirse , Osmanlı hinterlandında da böylesine bir hegemonya  çekişmesi giderek tırmanmakta ve bir üçüncü dünya savaşı tehlikesini de beraberinde  öne çıkarmaktadır . Bölge ülkeleriyle beraber bütün dünyayı yakından ilgilendiren üçüncü dünya savaşı tehlikesi beraberinde nükleer silahların kullanılması meselesini de getirdiği için , bütün dünyanın var olup olmaması gibi çok kritik bir sorunla karşı karşıya kalınmaktadır . Orta Doğu’da başlayacak bir nükleer savaşın hemen bir üçüncü dünya savaşına dönüşmesi , Asya kıtasının tamamı ile beraber batı bölgesindeki ülkeleri de  işin içine çekmesi ihtimali açıkca görülmektedir . Kuzey Kore gibi çok küçük bir ülkenin  nükleer silaha sahip olması ve ABD’yi tehdit etmesi dünya dengeleri nedeniyle diğer büyük ülkeler tarafından desteklenmektedir . Sadece İran bir nükleer tehdit değil ama öncelikli İsrail’in büyük bir nükleer tehdit olarak dünya barışını  tehlikeye soktuğu görülmekte ve bu yüzden Kuzey Kore kozu zaman zaman ısıtılarak dünya gündemine getirilmektedir .
            İkinci dünya savaşı sonrasında sürekli olarak batılı müttefikleri yüzünden savaş tehlikesi altında kalan Türkiye Cumhuriyetinin yeni dönemde , batılı hegemonya planlarının arkasına takılıp gitmesi artık düşünülemez bir aşamaya gelmiştir . Türkiye Cumhuriyeti b.u aşamadan sonra Amerika Birleşik Devletlerinin   merkezi askeri üssü ,İsrail’in güvenlik  şemsiyesi , Avrupa Birliğinin ise ileri karakolu ya da  doğdu köprüsü oarak kullanılamaz bir noktaya gelmiştir . Sürekli olarak batılı müttefikler kendi çıkarları doğrultusunda  Türkiye’yi kullanmağa devam ettikleri sürece ,Türkiye Cumhuriyeti ile batılı  ülkelerin yolları birbirinden ayrılacaktır . Küresel sermayenin güdümündeki Türkiye medyası üzerinden Türk kamu oyu son  çeyrek asırda  soğuk savaş döneminin korku masalları ile uyutulmağa çalışılmış ama bu gibi girişimlerin de sonu gelmiştir . Sürekli olarak aynı kişilerin her gece aynı medya kanallarına çıkarak papağan gibi batı hegemonya planlarını tekrar etmesi de   ,Türk halkı üzerinde  bıktırıcı bir etki yapmakta  ve halkın çoğunluğunun batı karşıtı bir çizgiye yönelmesine  yol açmaktadır . Batılı ülkeler de tam bu aşamada dini bir siyasal silah olarak öne çıkararak , giderek  antiemperyalist bir çizgiye yönelen Türk halkının kontrol edilmesi ve cemaatlar üzerinden baskı altına alınması gibi yeni yöntemleri ,ılımlı İslam ya da  Büyük Orta Doğu projesi gibi emperyalist yaklaşımlar çerçevesinde  öne çıkararak Türkiye’nin kendilerinden ayrı bir yola kaymasını önlemeğe çalışmaktadırlar . Ilımlı İslam bir ABD projesi olarak devreye sokulurken , laik ve çağdaş bir cumhuriyet olan Türk devletinin kendi ulusal çıkarları doğrultusunda   milli bir dış politika uygulamasının önü kesilmeğe çalışılmaktadır . Türk toplumunun büyük çoğunluğunun Müslüman olmasından yararlanılarak geliştirilmek istenen bu yeni emperyalist politikanın  Türk milli devleti için ne kadar tehlikeli olduğu ,son dönemdeki gelişmeler ile  açıkca ortaya çıkmış ,dinin siyasallaştırılması sürecinde Türkiye’nin bir milli devlet olarak sahip olduğu   ulusal çıkarları sürekli olarak  göz ardı edilmiştir . Türk devleti  batılı müttefiklerinden ayrı bazı girişimleri kendi çıkarları doğrultusunda gündeme getirdiği zaman sürekli olarak batı dünyası tarafından  küçümsenmiş ve karalanarak önü kesilmek istenmiştir . Son yıllarda  bu doğrultuda bir çok olayın ortaya çıkması üzerine Türk devleti giderek batılı müttefiklerinden daha ayrı bir politika izlemeğe başlaması üzerine de  eksen kayması ve batı düşmanlığı gibi gerçek dışı suçlamalar ile karşı karşıya kalmıştır . Batılı emperyal güçler yüzyıllarca dünya ülkelerini sömürerek bir kukla durumuna düşürdükleri için aynı alışkanlıklarını Türkiye üzerinde de denemek istemişler ama bu gibi iki yüzlü ve çifte standartlı yaklaşımların Atatürk’ün ülkesinden geri döndüğünü  artık görmek durumunda kalmışlardır . Türkiye daha fazla batılı ülkelerin hatırı için  kendi çıkarlarından taviz veremez  bir noktaya gelmiştir . Son yıllardaki  olumsuz gelişmelerden sonra artık hiçbir batılı ülke Türk devletinden Türk ulusunun çıkarlarına ters düşecek düzeyde bir adım atmasını beklememelidir .
            Genel seçimlere giderken yeni bir anayasa  taleplerinin öne çıkarılması ve en kritik aşamada  yeni anayasa üzerinden devlet yapısının değiştirilmek istenmesi batı emperyalizmin yeni bir oyunu olarak devreye sürülmek istenmektedir . Bütün dünya üçüncü dünya savaşına sürüklenirken ,bu savaşın  alanı haline düşen Türkiye Cumhuriyetinin  devlet yapısını değiştirmesi kesinlikle ulusal çıkarlarına aykırıdır. Yeni bir anayasa ile devlet yapısı değiştirildiği  zaman  ,Türk devleti yeniden ABD’nin merkezi askeri üssü , Avrupa Birliğinin gene eskisi gibi  doğuya açılan Asya köprüsü , ya da  İsrail’i Arap ve İslam dünyasına karşı koruyacak bir güvenlik şemsiyesi gibi kullanılmağa devam edecek gibi görünmektedir . Hiçbir siyasi parti ya da iktidarın savaş öncesi bir dönemde yeni anayasa görünümü ile  ulusal,üniter ve merkezi Türk devletini tasfiye etme lüksünün bulunmaması gerekir . Kim ki böyle bir adım atar ,o zaman Türkiye Cumhuriyeti devletinin sona ermesinden anayasal düzen ve hukuk devleti çatısı altında sorumluluğu üstlenmek zorunda kalır . Bütün hukuk kurumlarının ve siyasal merkezlerin öncelikle bilmesi gereken durum budur . Türk devleti doksan yıllık ömrünü bir hukuk devleti çatısı altında bugünlere kadar getirmiştir . Her devlet anayasasında değişiklikler yapabilir . Normal koşullar altında değişen koşullara uygun olarak anayasalar değiştirilebilir . Türkiye Cumhuriyeti de son yirmi yılda on kez anayasasının değiştirmiştir . Ne var ki , tam savaş koşulları tırmanırken savaş öncesi bir dönemde devlet yapısını değiştirecek derecede yepyeni bir anayasa yapılamaz ,eğer bu yo denenerek yapılmağa çalışılırsa o zaman Türkiye Cumhuriyeti devletinin sonu ilan edilmiş olur . Var olan anayasal düzen ve hukuk devleti çatısı altında  herhangi bir siyasal merkezin ya da partinin böylesine bir  serüvene soyunmasını beklemek gerçeklere aykırı olacaktır . Tersi bir durum üçüncü dünya savaşı öncesinde  Türk devletinin ortadan kalkmasına ve savaş alanının önünün açılmasına giden yolu açacaktır ki , kendisini Türk olarak gören hiçbir siyasal gücün böylesine bir maceraya kalkışarak  dünya barışını tehlikeye atması beklenemez . Türkiyelilik tartışmalarını  bu doğrultuda ele almak ve Türk ulusunun çıkarları dışında Türkiye’deki siyasal güçleri maceraya atmak  gibi olumsuz senaryolar doğrultusunda değerlendirmek mümkündür .
        Türkiye Cumhuriyeti ulus devleti sahip olduğu anayasal düzen ve hukuk devleti çatısı altında öncelikle merkezi gücünü artırabilmenin yollarını aramak durumundadır . Tam bu aşamada kamu kurumlarının İstanbul’a taşınmak istenmesi , Türk devletinin merkezi gücünün toparlanması çabalarının önlenmesi anlamına gelmekte ve Türkiye’nin ulusal çıkarlarına ters düştüğü gibi  küresel sermayenin Bizans yapılanması üzerinden Avrasya’daki üçüncü dünya savaşını ekonomik açıdan yönlendirmesi anlamına gelmektedir . Hiçbir ekonomik gücün ya da emperyal merkezin savaş koşullarında Türkiye’nin başkentindeki  merkezi yapılanmasını tasfiye etme ya da  boşaltma hakkı yoktur .Bu aşamada küresel sermaye ile Türk ulusunun çıkarları ters düşmekte ve Türk milletinin ulus devletinin başkenti , küresel sermayenin İstanbul’daki yeni Bizans yapılanması yüzünden  devre dışı bırakılmak istenmektedir . Merkezi coğrafyanın tam ortasındaki Türk devletinin kendi ülkesi ve milletiyle bir bütün olarak üçüncü dünya savaşı tehlikesinden kurtulabilmesi için  daha güçlü bir merkezi yapılanma ile hareket etmesi gerekirken ,bunun tamamen tersi bir doğrultuda başkentini tasfiyeye yönlendirilmesi hem savaş sürecini önünü açacak hem de  bir nükleer çatışma ile bütün dünyanın yok olmasına neden olabilecektir . Kendini bilen hiçbir ciddi ülkenin kabül etmeyeceği bir başkent taşınmasına Türk ulusu tam üçüncü dünya savaşı öncesinde izin veremez .Yapılması gereken başkentin İstanbul’a taşınması değil ama , Ankara’daki merkezi devlet yapılanmasının daha da güçlendirilmesidir . Dünya tarihinde bütün savaşları güçlü merkezlerin kazandıkları görülmektedir . Bir ulusal kurtuluş savaşı sonrasında kurulmuş olan Türk devletinin böylesine bir tarihi ve bilimsel gerçekliğin dışında hareket etmesini beklemek gerçekci  olmayacaktır . Siyasilerin bu tür maceracı girişimlerine Türk halkının ulusal insiyatifi izin vermeyecektir . Türkiye’nin acil gündeme üçüncü dünya savaşının önlenmesi olduğu için ,ilk atılacak adım ,milli bir idari reform ile başkentteki Türkiye Cumhuriyeti devletinin merkezi gücünü artırmak olacaktır . O zaman , Türkiye’nin savaşa karşı çıkmak ve direnmek gücü daha artacak ve Türk devleti güçlü bir arabulucu olarak her zaman devreye girerek bütün dünyayı bir üçüncü dünya savaşı belasına karşı  daha güçlü bir biçimde  koruyabilecektir .
        Daha önceleri  ulusal güçler tarafından öne sürülmüş olan Güçlü Türkiye- 2023 Milli Programının acil bir idari reform ile  devreye sokulması , var olan devlet yapısını ciddi anlamda tehlikeye sokabilecek  yeni anayasa peşinde koşmaktan  vazgeçerek  söz konusu milli idari reform ile  Türkiye Cumhuriyetinin savaşa karşı  çıkan gücünün her açıdan takviye edilmesi gerekmektedir . Var olan devlet yapısının yüz milyonluk bir nüfusa sahip olacak Türk devletinin gereksinmeleri doğrultusunda yenilenmesi ,merkezdeki kamu kurumlarının güçlendirilmesiyle beraber taşra teşkilatında da  gereksinme duyulan yeni adımların atılması gerekmektedir . Giderek artan nüfusun gereksinmelerinin karşılanması doğrultusunda  yerel yönetimlerin yetkilerinin bazı açılardan artırılmasında kamu düzeni açısından ulusal yararlar olabilecektir . Ne var ki , yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılması  sırasında merkezin tasfiyesi deği l,l ama tamamen tersine güçlendirilmiş yerel yönetimleri kontrol altında tutabilecek düzeyde  daha güçlü bir merkezi yapılanmanın başkent Ankara’da gerçekleştirilmesi gerekmektedir . Daha önceki dönemlerde gündeme getirilmiş olan Mehtap ve Kaya projeleriyle beraber İdari reform taslakları incelendiği zaman  Türkiye’nini kendi çözümlerinin olduğu görülecek , batılı güç merkezlerinin dayattığı  yabancı taslakların Türkiye’nin koşullarına uymadığı aksine ,emperyalizmin çıkarları doğrultusunda Türk devletini dönüştürmeğe çalıştığı daha kolay anlaşılacaktır . Türk devleti ,başkentindeki merkezi yapılanmasını günün gereksinmeleri doğrultusunda daha da güçlendirerek , Misakı Milli sınırları içerisindeki Türk ülkesinin kontrolunu bağımsız bir devlete uygun bir biçimde elinde tutabilecektir . Ekonominin yeniden devletin eline verilmesi ,kamu ekonomik kuruluşlarının yeniden kurulması ,küresel sermayeye karşı direnen Türk devletinin ekonomik gücünün artırılması ,özelleştirilen ekonomik kuruluşların tıpkı Atatürk döneminde olduğu gb yeniden uluslaştırılması ya da devletleştirilmesi  , Türkiye’nin de Yunanistan ya da diğer Akdeniz ülkeleri gibi çökmemesi için  acilen zorunlu görünmektedir . Ekonomik gelir kaynaklarını yabancılara  devreden -Türk devletinin sürekli olarak akaryakıt zammı yapmak zorunda kalması  ya da  ülkede ekonomik yatırım yapamaz  durumlara sürüklenmesi gibi bir çıkmaz ,devletin yeniden gelir kaynakları ile donatılması sayesinde önlenebilecektir . Dışa açılma ve küresel ekonomi ile bütünleşme ,Türk devletini yarı sömürge konumuna sürüklemiş ve Türk halkını ciddi bir yoksulluk çıkmazına  itmiştir . Arap ülkelerindeki gibi bir yoksullar ayaklanmasının önlenebilmesi için  ,devletin yeniden  ülkenin gelir kaynaklarına  ve yer altı zenginliklerine sahip olarak daha adil bir gelir dağılımı düzeni kurması acilen zorunlu görünmektedir . Merkezini ve ekonomisini güçlendirecek bir Türk devletinin savaş sürecinde bölgede barışı tesis edecek en önemli  ülke konumuna geleceği açıktır .
        Merkezi bölgeye sızmak için sürekli olarak terörü kullanan batı emperyalizmi ve İsrail siyonizmine karşı bütün bölge ülkelerinin  bir araya gelerek  ciddi bir ittifak içerisine girmeleri gerekmektedir . Lübnan’ı bir terör üssüne çevirerek merkezi coğrafyaya terörist hareketler üzerinden  egemen olmak isteyen emperyal güçlere karşı  , eski Osmanlı ve Selçuklu ülkelerinin  bir dayanışma ve kardeşlik düzeni  içerisine girerek  tıpkı  Avrupa Birliği gibi Merkezi devletler Birliği’ni kurmalarının zamanı çoktan gelmiş ve geçmektedir . Tam bu aşamada ,Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Büyük Atatürk’ün ikinci dünya savaşını önleyebilmek üzere gündeme getirdiği ,Sadabat Paktı ve Balkan Paktı girişimlerini yeniden gündeme getirmekte  ve bütün eski Osmanlı ve Selçuklu  devletlerini merkezi Devletler Birliği adı altında birleştirmekte hem ulusal hem bölgesel hem de dünya barışı açısından küresel yararlar bulunmaktadır. Kendi çıkarları doğrultusunda savaş kışkırtıcılığı yapan lobilere karşı evrensel ve bölgesel barıştan yana olan bütün merkezi coğrafya devletlerinin bir araya gelerek Avrupa Birliği gibi bir bölgesel oluşumu Merkezi Devletler Birliği adı altında örgütlemelerinin zorunluluğu her geçen gün daha da artmaktadır .Osmanlı İmparatorluğunun ortadan kalkması nedeniyle ortya çıkan otorite boşluğunun doldurulabilmesi doğrultusunda bölgenin iki büyük devleti olan İran ve Türkiye tıpkı Sadabat paktının kuruluşu günlerinde olduğu gibi bir araya gelecek  , ikinci  bir Bakü Kurultayı  düzenleyerek merkezi coğrafyada bulunan bütün devletleri bir bölgesel birlik çatısı altında  dışa ve emperyal saldırıları karşı birleşmelerinin önünü açarak  terör üzerinden üçüncü dünya savaşına giden yolun önünü keseceklerdir . Bunun için tıpkı Nato gibi bir  yeni bir askeri bölgesel yapılanmaya  acilen gerek bulunmaktadır . Daha önceki örnekde olduğu gibi ikinci kez bin Cento yapılanması Türkiye ve İran işbirliği çerçevesinde gerçekleştirilebilir ,Nato’nun batı emperyalizminin  hegemonya örgütüne dönüştüğü bu aşamada ikinci kez kurulacak olan Cento örgütü merkezi coğrafya da terör ve savaş tehditlerine karşı bölgesel  güvenliği gündeme getirebilecektir . Tunus’ta başlamış olan ayaklanma hareketlerinin ,Lübnan,Ürdün,İran ya da diğer bölge  ülkeleri üzerinden karışıklık ve terör yaratması ,İsrail  ve ABD gibi savaş isteyen ülkelerin bu durumlardan yararlanmağa çalışması girişimlerinin önünün kesilebilmesi için  mutlaka bölge ülkelerinin yeni bir bölgesel savunma paktı kurmalarının zamanı gelmiştir . Nato savunma örgütünden saldırı örgütüne dönüşürken , yeni Cento gereksinme duyulan bölgesel savunmayı bütün bölge ülkelerini çatısı altında bir araya getirerek sağlayacaktır . İran ve Türkiye’nin öncülüğünde toplanacak ikinci Bakü Kurultayı ,Merkezi Devletler Birliğine gidecek yolu açarken ,yeni Cento’nun kurulmasını sağlayarak da bölge ve dünyayı tehdit eden üçüncü dünya savaşı sürecinin önünü kesebilecektir . İran’ın tek başına dünya ile karşı karşıya kalması böylece önlenebilecek ,bölge ülkelerinin dayanışması ile İran  ile batı dünyası ilişkileri dengelenebilecek , İsrail ve İran çatışmasına ya da İsrail ile Hizbullah üzerinden bölge savaşına izin verilmeyecektir . Böylesine bir adım atılması için zaman çoktan gelmiş ve geçmektedir . Bu doğrultuda bugün yeni adımlar atılmazsa yarın çok geç olabilecektir . İsrail’in ya da Hizbullah’ın hiç söz dinlemeyen  tutumları devam edip gittiği sürece  her an bir çılgınlık ortaya çıkabilecektir . Bölgenin çeşitli ülkelerinde böylesine çılgınlığa elverişli çeşitli terörist hareketlerin birbirini izlemesi barış umutlarının her geçen gün daha da azalmasına neden olmaktadır .Tunus ve Lübnan’daki son gelişmeler  bölgede savaş öncesi istikrarsızlık isteyenlerin beklentilerini  gerçekleştirirken , bir İsrail ve İran savaşının haberciliğini yapmaktadırlar .
                   Türkiye Cumhuriyeti ,dünyanın merkezi coğrafyasında yer alan orta boy bir devlet olarak sahip olduğu jeopolitik konumunu kendi ulusal çıkarları doğrultusunda kullanabildiği sürece  hem  bağımsız devlet olarak varlığını koruyabilecek hem de  bölgede kendisini tehdit etmekte olan bütün terör ve savaş tehditlerine karşı kendisini  savunabilecektir .Binleşmiş Milletler ve bütün uluslar arası kuruluşların ciddi bir üyesi olarak Türkiye Cumhuriyeti  bölgesinde olduğu kadar dünya barışı için evrensel düzeyde de etkinliklerini artırmak zorundadır . ABD ve İsrail gibi Birleşmiş Milletler kararlarını dinlemeyen ülkelerin baskılarına karşı Türkiye Cumhuriyeti diğer büyük devletler ve ülkeler ile yakın ilişkiler oluşturarak uluslar arası konjonktürde ağırlık sağlamalı ve bu yollardan savaş sürecinin önünü kesebilmelidir . Batılı müttefiklerin baskılarıyla şimdiye kadar uygulanan yol ve yöntemlerden bir sonuç çıkmadığına göre ,Türkiye Cumhuriyeti kendisini geleceğin dünyasında var edebilecek ve  bulunduğu bölgede bir cihan savaşını önleyebilecek doğrultuda  B planını acilen devreye sokabilmelidir .Türkiye kendisini yenileyebilecek güce sahiptir .Bölgesel barış ve güvenlik işbirliği için bütün komşularıyla bir araya gelerek ortak hareket edebilmenin yollarını aramalıdır .Başlatılmış olan komşularla sıfır sorun politikaları ile tam anlamıyla bir sonuç alınamamıştır . Bu tür girişimlerin kalıcı ittifaklara ve bölgesel güvenlik şemsiyesine gidebileceği yolların da açılması gerekmektedir . Anlaşmazlıklar sıfır sorun çizgisinde ele alınırken , kalıcı ittifaklara ve  bölgesel güvenlik şemsiyesinin   oluşturulmasına da öncelik tanınmalıdır .Türkiye sadece İran ile değil ama , Azerbaycan,Gürcistan,Suriye,Irak ve Ürdün gibi ülkeler ile başlatmış olduğu yakın temasları bölgedeki terör ve savaş risklerini ortadan kaldıracak derecede bir kalıcı işbirliği ve dayanışma düzenine dönüştürebilmenin yollarını aramalı ve acilen B planı olarak  Merkezi Devletler Birliği ya da Cento  adı ile anılacak bir güvenlik yapılanmasını devreye sokabilmelidir . Bütün dünyayı bir nükleer yokoluşa götürebilecek bir üçüncü dünya savaşı tehlikesi ancak bu yoldan önlenebilecektir . Barıştan yana olan bütün dünya ülkeleri de, merkezi coğrafyada gerçekleştirilecek böylesine bir  bölgesel  barış oluşumunu sonuna kadar destekleyeceklerdir . Bütün A planlarının bittiği bu aşamada böylesine bir B planının acilen devreye sokulması, dünya güvenliği açısından zorunlu bulunmaktadır.
         NOT:  B  planı ile ilgili olarak daha önce yayınlanmış olan “TÜRKİYE’NİN  B  PLANI" isimli kitabım ile diğer kitaplarıma  ve   "Kemalist yaklasim.info" adını taşıyan internet sitesindeki  üç yüze yakın makalem incelenebilir .          
BÖLGESEL İTTİFAK FIRSATI KAÇIRILMAMALI
Amiral Soner Polat
ABD’nin, daha doğrusu Başkan Trump’ın, derin devlete rağmen (establishment) Suriye’den asker çekme kararı tüm dengeleri yerinden oynattı. Suriye’nin kuzeyinde bir güç boşluğu (power vacuum) ortaya çıktı. Kuraldır. Strateji boşluk kabul etmez. Aktörler en kısa zamanda bu boşluğu kendi çıkarları doğrultusunda doldurmak için harekete geçer. Bu yeni oyunda güç dengelerinin nasıl şekilleneceğini tarafların siyasi hedefleri belirler. Farklı siyasi hedefler beklenmedik pazarlıklara neden olur. Aynı zamanda aktörlerin ittifak arayışı da olayların seyrini etkiler.
TÜRKİYE İÇİN ÖNCELİKLİ TEHDİT
Türkiye açısından bakıldığında öncelikli tehdit PKK ve kurulması hedeflenen özerk ya da konfederal terör devletçiğidir. Eğer bu terör yapılanması temelden yok edilebilirse, bu durum Kuzey Irak’taki bağımsızlık rüzgârlarının şiddetini ciddi oranda azaltır. Bilindiği gibi Suriye ve Irak arasındaki PKK geçişkenliği yüksek düzeydedir. Bu nedenle PKK’lı teröristler nötralize edilmeli, silah, cephane, askeri teçhizat depoları imha edilmelidir. Aksi halde ayakta kalacak teröristler günün birinde ülkemizin karşısına çıkabilir.
BÜYÜK STRATEJİ ZAMANI
Gelişen olaylar Türkiye’ye çok daha büyük fırsatlar sunmaktadır. Türkiye; Irak, Suriye ve Doğu Akdeniz’i de kapsayan büyük bir stratejiyi (grand strategy) rahatlıkla kurgulayabilir. Bunun için bölgesel ve bölge dışı ittifak olanakları sonuna kadar zorlanmalıdır. Bulunduğumuz aşamada ABD, Batı Asya’da büyük askeri kuvvetler bulundurmaya soğuk bakmaktadır. Bu konuda başlangıçta yükselen muhalif sesler, son dönemlerde çekilmeyi savunanlarla dengelenmiştir. En azından ABD kamuoyu ikiye bölünmüş durumdadır. Yeniden seçilmeyi hedefleyen Başkan Trump, ABD’deki sessiz çoğunluğun desteğini kazanmayı hedeflemektedir. İsrail ile Rusya arasında devam eden güven bunalımı bu ülkenin de bölgedeki etkisini giderek azaltmaktadır. Fransa bölgede etki yaratabilecek kaynaklara sahip değildir. Macron ciddiye alınacak bir lider değildir.
Türkiye, Kuzey Irak’ta yuvalanan terör yuvaları ve Suriye’de PKK’nın askeri ve siyasi olarak tamamen yok edilmesi için çok uygun koşullar yakalamıştır. Diğer taraftan birbirini tamamlayan kararlı adımlar atıldığı takdirde, bölgede her kriz döneminde ortaya çıkan bağımsız Kürdistan hayaline kesin bir nokta konulabilir. Türkiye ayrıca Doğu Akdeniz’deki tezlerini, ortak çıkarlar ekseninde destekleyen bölge ve bölge dışı ortakları ile bu enerji denizindeki hak ve çıkarlarını daha güçlü bir şekilde savunabilir.
SİLAHLI PKK’YA ASLA İZİN VERİLEMEZ!
PKK ile anlaşma olanağı ortadan kalkmıştır. Her devlet için geçerli olan, “PKK’nın silah ve cephanesi ile kayıtsız koşulsuz teslim olmasını talep etmek” olmalıdır. Bölge uzun yıllar boyunca terörden ağır yara aldı. İnsani dramın yanı sıra milyarlarca dolarlık kaynak bu nedenle heba oldu. Bölge ülkeleri ikinci kez aynı hatayı yapmamalıdır. PKK’yı kullandığını sanıp küçük düşünenler, sonunda terör örgütünün emperyalizmin hizmetkârı olduğunu yaşayarak öğrendiler. Terörün kökünün kazınması için ortaya çıkan bu altın fırsat iyi değerlendirilmelidir.
TÜRKİYE İNİSİYATİFİ ELE GEÇİRMELİ!
Basın yayın organlarında, “Türkiye’nin IŞİD’le mücadele etmek için ABD ile görüştüğü” ifade edilmektedir. Türkiye, Suriye’ye hızla girip PKK’nın bütün kaynaklarını kuruttuktan, diğer bir ifade ile öncelikli tehdidi bertaraf ettikten sonra IŞİD’in kendiliğinden çözülme süreci içine gireceğini söyleyebiliriz. Ayrıca bölgesel ittifak kurulursa, çözülme süreci daha büyük bir hız kazanır. IŞİD bütün devletlerin ortak düşmanıdır. Bir devlete dayanmadığı sürece IŞİD’in esamesi bile okunmaz! Kaldı ki Başkan Trump, IŞİD’le başka ülkelerin mücadele etmesini büyük bir başarı olarak kendi kamuoyuna sunacaktır.
Koşullar bölge barışı, istikrar, yıkıcı ve bölücü unsurların ortadan kaldırılması için uygun bir zemin yaratmıştır. ABD ile iyi ilişkiler sürdürülürken, bölge ülkeleri ile dayanışma içinde yakıcı sorunların çözümü için büyük bir fırsat önümüzde durmaktadır. Eğer Türkiye bu uygun ortamı değerlendirme becerisi ve esnekliğini gösterebilirse, önünü ardına kadar açar. Ülke içindeki ayrılıkçı eğilimler kısa süre içinde son bulur. Güneyden örülen jeopolitik duvarları söküp atar. Doğu Akdeniz’deki etkisini büyük ölçüde artırır. Ekonomisinin gelişmesi için büyük fırsatlar yakalar. Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) gibi ülkelerin bölgeyi karıştırma çabalarını boşa çıkarır. Koşulların sonsuza dek aynı kalacağını sananlar yanılgı içindedir. Talih kuşu insanın başına bir kez konar. Koşullar olgunlaştığında harekete geçmeyenler, başkalarının zaferini seyreder.
(KAYNAK: Soner POLAT-Aydınlık Gazetesi, 28.12.2018)

19 Aralık 2018 Çarşamba

YENİ DÜZEN ARAYIŞI "Amerikalı Demokratik Sosyalistler hareketinden Ethan Earle: Yüzde birlik en zengin kesim tüm gücü elinde topluyor. Bambaşka bir ‘Yeni Düzen’ için uluslararası dayanışmaya ihtiyacımız var"

Yeni bir düzen için uluslararası dayanışma
Amerikalı Demokratik Sosyalistler hareketinden Ethan Earle: Yüzde birlik en zengin kesim tüm gücü elinde topluyor. Bambaşka bir ‘Yeni Düzen’ için uluslararası dayanışmaya ihtiyacımız var
FATİH KIYMAN
ABD Vermont senatörü Bernie Sanders, eylül ayında The Guardian gazetesinde kaleme aldığı yazısında sol hareketi uluslararası seviyede organize olmaya çağırdı. Yunanistan’ın eski Maliye Bakanı Yanis Varoufakis bu çağrıya yanıt verenler arasındaydı. İlerici Enternasyonal olarak anılan bu hareketin toplumsal zeminde karşılık bulup bulmayacağı, kendine nasıl bir yol haritası çizeceği merak ediliyor. Amerikalı Demokratik Sosyalistler (ADS) Uluslararası Komite Yöneticisi Ethan Earle ile dünyadaki sistem krizini, uluslararası solun ve İlerici Enternasyonal’in geleceğini konuştuk.
► Ethan, öncelikle ADS’nin faaliyetlerinden biraz bahseder misin?
ADS uzun zamandır var olan bir siyasi hareket. Bernie Sanders’ın 2016 yılında Demokratik Parti aday adayı olduğunda yaklaşık beş bin üyemiz vardı. Bernie’nin kampanyasına destek verdiğimizde adaylık sürecinin birçok insanı heyecanlandırdığını, onları siyasete çektiğini gördük. Bunun yanında, insanların demokratik sosyalist sol düşünüşe ev sahipliği yapacak kurumsal bir yapıya ihtiyaç duyduğunu anladık. Ortak bir alan, bir faaliyet alanı arayışı vardı. O zamandan bu yana üye sayımız 55 bini aştı ve artmaya devam ediyor. Seçim siyasetinin içinde de, dışında da çalışıyoruz. İşçi hakları, ırksal adalet, iklim adaleti ve ekonomik adalet alanında birçok dayanışma faaliyetlerinde bulunuyoruz. Seçim döngüsü içinde ise çoğu zaman Demokratik Parti’yle birlikte çalışıyor, değerlerimiz örtüştüğü takdirde DP içinde statükoya baş kaldıran ‘aykırı’ adayları destekliyoruz. 6 Kasım’da yapılan ara dönem seçimlerinde eyaletlerin yasama organlarında 5-10 arası koltuk elde ettik. Kongre adayları arasında desteklediğimiz adaylar New York’tan Alexandria Ocasio-Cortez ve Detroit’ten Rashida Tlaib kongrede koltuk sahibi oldu.
►Yanis Varoufakis, solun mücadelesinin ‘iki katmanlı’ otoriter düzene karşı olduğunu söylemişti, bu katmanlardan biri de Demokratik Parti’yi de kapsayan ‘sözde liberal’ düzen. Bu perspektiften baktığımızda, Demokratik Parti’yle ilişkileriniz nasıl?
Öncelikle ‘liberal’ değerlerden ne anlamamız gerek, bu konuda dikkatli olmalıyız. Demokrat Parti’nin bazı liberal değerlerine katılıyoruz. Örneğin insan hakları, eşitlik konularında. Belli konularda DP’ye karşıyız. Aykırı adayları desteklediğimizden söz ettim - desteklediğimiz adaylar özellikle son on yıldır DP’de egemen hale gelen, insanların çıkarlarından ziyade şirketlerin çıkarlarını gözeten düzene karşı çıkan insanlar. DP ile gerilimli bir ilişkimiz var. Bazı üyelerimiz DP’yle hiç işbirliği yapmamamız gerektiği görüşünde. Dolayısıyla çoğulcu, farklı görüşlere ev sahipliği yapan bir yapımız var diyebiliriz.
Avrupa Sol Partisi’nin desteği önemliydi
► İlerici Enternasyonal, konusunda nerede duruyorsunuz? Bu yeni hareket hakkında ne düşünüyorsun?
Yanis Varoufakis’in çok iyi fikirleri var ve karşı karşıya kaldığımız küresel krizin altında yatan yapısal sebeplerin tarifini yapmakta çok iyi. Bambaşka bir ‘Yeni Düzene’ ihtiyacımız olduğunu söylemekte çok haklı. Ancak henüz kapsayıcı bir hale geldiğini düşünmüyorum. Fikir ilk olarak Bernie Sanders’ın eylül ayında kaleme aldığı makalede ortaya atıldı. Varoufakis bu çağrıya yanıt verdi ve belirli bir momentum yakalandı. Bundan gayet memnunuz. Sol kesinlikle uluslararası dayanışma içerisinde olmalı. Fakat pratikte bunun ne anlama geldiği sorusu henüz net değil. Herhangi bir plan ortaya koymadı. ADS olarak hareketin mümkün olduğunca kapsayıcı hale gelmesini umuyoruz. Benie Sanders’ın bu planı ortaya koymasını bekliyoruz. Kapsayıcılık adına diğer önemli bir nokta Avrupa Sol Partisi’nin verdiği yanıt oldu. Bu parti Avrupa genelinde 30 milyon oyu temsil ediyor, Varoufakis’in temsil ettiği kozmopolit, şehirli kesime kıyasla bu çok önemli bir taban. Bildiğimiz kadarıyla perde arkasında görüşmeler sürüyor.
Uluslararası toplumsal iklime baktığımızda popülist otoriter liderlerin yükselişini görüyoruz ve bunun verdiği mesaj çok net: İnsanlar öfkeli. Düzenin değişmesini istiyorlar. Bu öfke İlerici Enternasyonal gibi hareketler için umut kaynağı olabilir mi?
Kesinlikle. Bernie Sanders bunu 2016 seçimleri sonrasında çok güzel ifade etti. Donald Trump’a oy verenlerin, ana akım siyasete mensup kimsenin sözünü etmediği bir problemi doğru teşhis ettiklerinden bahsetti. Ancak doğru teşhis edilen bu problemin çözümünün Trump olmadığını söyledi. Bernie Sanders bunu yaparak daha kapsayıcı bir siyaset dili benimsedi – popülist öfkeyi ilerici harekete kanalize etmeyi amaçlıyor. Örneğin ticaret anlaşmaları konusuna bakarsanız, dünyanın her yerinde geniş kitlelerin bu anlaşmalara yönelik hislerine bakarsanız yine bunu görüyorsunuz. Bunlar neoliberal ticaret anlaşmaları ve Bernie’nin söylediği gibi burada bir ortak payda var. Oligarşi düzenine ve kapitalist şirket sınıfına –yani yüzde bire– karşı yeni bir çoğunluk oluşturulması fırsatı var. Yüzde birlik en zengin kesim geriye kalan nüfusun çıkarları pahasına tüm parayı ve gücü elinde topluyor. Bunu hiç de demokratik olmayan, hesap vermeyen şekillerde yapıyor.
Popülizm solun önündeki en iyi seçenek değil
► Popülizmin şimdiye kadar ‘sağın tekelinde’ olmasının sebebi nedir? Birçok insanın sorduğu gibi, sol popülizm mümkün mü?
Bence sağın ‘güç’ ile farklı bir ilişkisi var. Sağ siyasetçiler güce ne pahasına olsun sahip olmak istiyorlar, her araca başvuruyorlar. Sonra da kendi çıkarları için güce tutunuyorlar. Sol ise konuya daha ahlaki yaklaşıyor. Yalnızca güç için güce sahip olmak istemiyoruz. Gücü daha iyi bir dünya inşa etmek için istiyoruz. Güç ile ilişkimiz daha ahlaki ve dayanışma kültürüne dayanıyor. Bu da güç ile olan ilişkimizi sağa kıyasla daha karmaşık kılıyor. Popülizm de bu açıdan hassas bir konu. Podemos bu konuda ilginç söylemlere sahip, toplumsal sembollerin sahiplenilmesi ve ilerici söylemlerle doldurulmasından söz ediyor. Sol popülizm konusunda karmaşık hislere sahibim. Bazı durumlarda doğru strateji olabilir. Fakat aşırı sağın oynadığı gibi oynamaya çalışırsak muhtemelen onlar kadar iyi beceremeyiz ve kendimizi onlara benzettiğimizle kalırız. Bence bu gerilimi İlerici Enternasyonal’de de görüyoruz. Bernie’nin bir bakıma popülist olduğu düşünülebilir. Varoufakis ise popülist olmadığını açıkça dile getiriyor. Genel anlamda şunu söylemek lazım. Popülizm solun önündeki tek seçenek de değil, en iyi seçenek de.
***
Dayanışma çağrısı
ADS’nin New York topluluğunun Uluslararası Komitesi var. Kısa süre önce Türkiye’de ‘cumhurbaşkanına hakaret’ suçlamasıyla tutuklanan gazeteci Max Zingast üzerine bir etkinlik düzenlediler. Biz suçlamaların tamamen düzmece olduğunu, tutuklamanın hukuksuz ve gayriahlaki olduğunu düşünüyoruz. Düzenlediğimiz etkinlikte yalnızca Max’in durumuna değil, Türkiye’de aynı durumda bulunan diğer gazetecilerin ve muhaliflerin durumuna da dikkat çekmek, Türkiye’deki insanlarla dayanışma içinde olmak istedik. Bunu özellikle dile getirmek istedim.
BİRGÜN GAZETESİ -19.12.2018 09:10- DÜNYA
Alıntı&Kaynak: https://www.birgun.net/haber-detay/yeni-bir-duzen-icin-uluslararasi-dayanisma-240674.html

6 Aralık 2018 Perşembe

"Büyük Utanç, Gaflet, Dalalet, Hıyanet ve Yüzkarası" Bunları Unutma Ey Halkım!..

BUNLARI UNUTMA EY HALKIM!..
İKTİDARIN VERDİĞİ DESTEK İLE 
YURT DIŞINDA YARATILAN HAYALİ BİR ÖRGÜTLE
ORDUSU ÇÖKERTİLEN ,AYDINLARI ZİNDANA ATILAN 
DAVANIN EYLEMCİLERİ SAVCILARIN VE YARGIÇLARIN 
YURT DIŞINA KAÇTIĞI 10 YIL SÜREN BİR DAVA 
ERGENEKON–BALYOZ VE DAHASI
Adı Ergenekon tam on yılda hükme bağlandı.
Böyle bir örgütün "VAR OLMADIĞI" Cumhuriyet Savcısı tarafından açıklandı.
Olmayan örgütün yüzlerce üyesi oldu.
Rahipten teröristten PKK’dan tanıkları,
Her rütbeden asker sanıkları yaratıldı.
Yazarından çizerine rektöründen doktoruna kadar daha niceleri aynı torbaya dolduruldu.
Bir kaç El Bombası ve boş LAW lançeriyle hattâ 100 yıllık antika koleksiyon tüfeğiyle, hattâ Atatürk’ün NUTUK kitabıyla, var olmayan bir örgüt, oldu silahlı örgüt.
Polisler tarafından evlere,iş yerlerine yerleştirilen Düzmece hardiskler CD’ler, plânlar, toprağa gömülen sözde cephaneler sahte suç kanıtı oldu. Adli Tıp TÜBİTAK gibi kurumlara yerleştirilmiş olan doktor, adli tıp uzmanı sıfatlı çete mensupları skandal bilirkişi raporlarına (hiç utanmadan, sıkılmadan ve Allah'dan korkmadan) imza attılar bu süreçte…
Olmayan (hayali, kasti ve menfur bir tuzak kabilinden tezgâhlanan) örgütün davası için Özel Mahkemeler kuruldu büyük salonlar inşa edildi dokunulmaz savcılar yargıçlar tarafından hukuk katliamları yapıldı.
Organize yürüyordu işler tıkır tıkır çalışıyordu sistem.
TSK’nın en pırıltılı, Yurtsever Atatürk’ün askerleri tasfiye edildi. Gerçekleri yazan, söyleyen aydınlar tutuklandı. Tutuklananların bir kısmı ÖLÜME durdular. TSK savaşlarda dahi vermediği tutsakları emperyalist bir proje sonucu verdi.
Başbakandan savcısı Muhalefet liderinden avukatı oldu davanın…
Şakşakcısı gazetelerde manşetçisi oldu.
TR bilmem kaç olarak markalananlar ABD elçiliklerine rapor verdiler.
Polis şefleri ABD konsolosluğuna giderek brifing verdiler.
TV’lerde onlarca programcısı oldu yıllarca konuşuldu.
Tutuklananları, karşı duranları bu kez yalan sözleriyle vurdular.
ABD’den gelen, sayılarının 40 civarında olduğu yazılan CIA ajanlarının,
Ankara’da kendilerine tahsis edilen bir kamu binasında,
Tuzakları işbirlikçilerle projelendirerek operasyonu yönettiği yazıldı.
HEP BİRLİKTE, TÜRK'ÜN "KUTSAL ERGENEKON" UNU KİRLETMEYE KALKIŞTILAR
Nemalandı bir çok şahsiyet bu davalardan. Bu sayede kimi milletvekili oldu kimi havuz medyasında köşe kaptı kimi de yalı kimi dolu kasa sahibi oldu. (leş kargaları, akbaba ve sırtlanlar gibi saldırdılar feto'nun ortaya attığı; Hile, desise ve kahpe bir furya ile işaret etiği masum ve müstesnalara) Karşı çıkanlar ise darbeci olarak susturuldular. Siyasetçilikle suçlandılar. “Olmaz böyle şey” diyenler linç edildiler. O günün Cumhurbaşkanı Meclis Başkanı Başbakan bakanlar hep bir ağızdan koro halinde yüklendiler alaya aldılar yalanladılar.
Onlara göre temiz eller operasyonuydu bu bağırsaklarını temizliyordu Türkiye…
Bu davada bir Genelkurmay Başkanı “kasaptaki ete soğan doğramam” diye ifade verirken bir diğeri örgüt lideri olarak tutuklandı.
Kuvvet komutanları da tutuklandılar.
Yetmedi Milli silah sanayiini geliştiren mühendisler de tutuklandı.
335’i tutuklu 743 kişi yargılandı
68 general ve amiral dahil ,
TSK’nın en gözde 227 askeri zindana atıldı.
8 kişi hapishanede hayatlarını kaybetti.

Bu operasyonlar TSK’nın DNA’sını da değiştirdi. Dava, Kara, Hava, Deniz kuvvetlerinden ve Jandarma’dan toplam 188 general ve kurmay subayı olumsuz etkiledi, ezici çoğunluğunun kariyerini sona erdirdi.
Olmayan örgütün davası yüzünden
Sosyal medyada bir sürü insanın itibarı yerle bir edildi parlak vatanseverlerin istikbali söndürüldü.
Yüzlerce insan yıllarca hapis yattı.
Aileler kan ağladı büyük mağduriyet yaşadı.
Kahrından hasta oldu öldü insanlar…
Canına kıydı onurlu subaylar.
Yarbay Ali Tatar” Hiç suçum yok hukuksuzluğa karanlığa karşı ışık olabilmek için hayatıma son veriyorum” diye ölüme yürüdü.
Tarifsiz acılar yaşandı!. .
Haksızlığa uğramak yürekleri yaktı kavurdu.
Kelimeler yetmez yaşananları ödenen ağır bedelleri anlatmaya!. .
Bu davanın sürdüğü on yılda memlekette neler olmadı ki !. .
Olmaz denen herşey oldu.
Bu arada olan memlekete oldu !. .
Memleket rejiminden oldu.
Ey zalimler!
Ey zalimlerin yaptıklarına susanlar!
Ey onuru için ölümü seçenlerin arkasından onursuzca konuşan alçaklar!
Ey karanlıktan beslenen nemalanan kara yürekli vicdansızlar!
Gün gelecek karanlığa karşı ışık olabilmek için hayatına son
verenler ve memlekete ödettiğiniz bedeller için hesap sorulacak sizden.
Bunu adım gibi biliyorum. (alıntıdır)

YARBAY ALİ TATAR’IN VEDA MEKTUBUDUR
Amirallere Suikast Davası nedeniyle 10 gün tutuklu kaldıktan sonra, hakkında yeniden yakalama kararı çıkınca 19 Kasım 2009’da başına tek el ateş ederek intihar eden Yarbay Ali Tatar’ın mektubu ….
İşte o mektup:

“Sevgili Nilü (karısı Nilüfer’e hitaben), ailem ve beni bulan yetkililere….
Öncelikle başınızı öne eğdirecek hiçbir şey yapmadım.
Başınızı dimdik tutun!
Ama ben bu hukuksuzlukla yaşayamam.Belki benim ölümüm benim durumumda olanların aydınlığa çıkmalarına vesile olur.
İçim buruk. Bana bu oyunu oynayanlara ve sahip çıkmayanlara kırgınım.
Yaşadıklarımı ikinci defa kaldırmam mümkün değil…
O deliğe bir daha dönmektense mezara girmeyi tercih ederim…
Bu şekilde ölmeyi hiç istemezdim.
Böyle bir ölüme en çok karşı çıkan insanlardan biri de benim. Ama kader böyleymiş. Hepiniz hakkınızı helal edin.
Beni rahmetli babamın yanına gömün. Karımı ve kızım Gökçen’imi size emanet ediyorum.Kızımı ve karımı yalnız bırakmayacağınızı, bu işin peşini bırakmayacağınızı biliyorum.Tek tesellim sizleri son bir defa, hep birlikte görmek oldu.(O sabah aile fertlerinin büyük bölümü Tatar’ın evindeydi.)
Gökçen’im, canım kızım derslerine çok iyi çalış.
İyi çalış ve önemli yerlere gel ki, benim hesabımı sorabilesin!
Hukuksuzluk sürecine hukuk adına saygı gösterilemez…
Bu şekilde giderseniz ne yönetecek ne bir ordu
ne yaşayacak cumhuriyet, bir ülke bulamayacaksınız….
Şunu bilin ki, en küçük suçu ve günahı olmayan ben,
bu yapılan hukuksuzluğa isyan ve bu karanlığa
bir nebze ışık olabilmek için hayatıma son veriyorum.”
cumhuriyetdede@gmail.com
***
DAVANIN EYLEMCİLERİ SAVCILARIN VE YARGIÇLARIN YURT DIŞINA KAÇTIĞI 10 YIL SÜREN BİR DAVA ERGENEKON – BALYOZ VE DAHASI
Adı Ergenekon tam on yılda hükme bağlandı. 

21 Kasım 2018 Çarşamba

GENEL DURUM DEĞERLENDİRMESİ "Zeki ŞAHİN Akademisyen İşletmeci-Ekonomist.Ankara" + ENFLASYONİST EKONOMİ POLİTİKASINA DÖNÜŞ

GENEL DURUM DEĞERLENDİRMESİ
Türkiye dünya üzerindeki gelişmelerden en fazla etkilenen ülkelerden birisidir. Bu durumun çok farklı nedenlerinden bazılarını dikkate alırsak, ülkenin ne kadar hassas ve kırılgan dengeler ile bağlantılı olduğunu daha iyi anlayabiliriz.
1. Türkiye, çok kültürlü, çok dinli ve çok uluslu büyük bir imparatorluğun asıl murisi konumundadır. Bu itibarla, yenilenlerin uğradığı tüm olumsuz muamelelerin asıl hedefi olmaktan kurtulamamıştır.
2. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, dünyada bir İslam ülkesi olarak algılanmaktadır. İmparatorluğu yıkan galiplerin vesayeti ile, eski imparatorluk toprakları üzerinde kurdurulan tüm ülkelerin yönetimleri, birbirine zıt politik tavırlar almaya zorlandıkları gibi, bu ülke halkları da birbirine karşılıklı düşmanlık ile yetiştirildiklerinden, ülkeler halkları arasında karşılıklı bir güvensizlik uzun yıllar egemen olmuştur. Yakın zamanlarda bu durumu düzeltmek için yapılan karşılıklı gayretler müstevlilerin siyasi emelleriyle bağdaşmadığı için, savaş, iç savaş ve genel bir kargaşa ile otorite boşluğu oluşturulmuştur.
3. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, dünyada bir Türk ülkesi olarak algılanmaktadır. Sovyetler Birliği yıkılıncaya kadar olduğu gibi bugün dahi Ruslar nezdinde olağan şüpheli ve Çin tarafından öteden beri şüpheli olarak görülmekle birlikte imparatorluktan kopan tüm ülkeler ile Avrupa ülkeleri nezdinde nasıl görüldüğümüz ya da nasıl gösterildiğimiz ise herkes tarafından bilinen acı bir gerçektir..
4. Dünyada yeni bloklar ve kutuplaşmalar hızla gelişmektedir. Avrupa Birliği ve Nafta ittifakına karşılık Şanghay İşbirliği Örgütü, Brics Ülkeleri gibi ekonomik temele dayanan bloklar yanında Nato blokuna karşılık Rusya Federasyonu liderliğinde eski Sovyet Bloku ülkelerinden bazıları ile yeni bir askeri ve savunma işbirliği geliştirilmektedir. Bugün Avrupa Birliği ülkelerinde de bir “Avrupa Ordusu” fikri, doğrudan Avrupa'daki ABD askeri varlığını ve fiili işgalini hedef almaktadır.
5. Dünya, çok uzun bir süredir, bizi de kapsayan, taşeron devletler ve terör örgütlerü eliyle fiili bir üçüncü dünya savaşı içerisindedir. Tüm İslam ülkeleri fiilen iç savaşlar ile harap edilmekte hatta cephe savaşlarına zorlanarak karanlık çağın feodal sistemlerine benzer birbirine düşman eyaletler, şehir devletler veya kantonlara ayrılmaya doğru götürülmektedir. Türkiye için de benzer bölünme ve parçalanma planları gözler önündedir.
6. Dünya, global sermayenin işbirliği ile devlet yönetimlerini etkisizleştiren ve tüm ülkelerde çok uluslu şirketleri ve yerel uzantılarını egemen kılan bir anlayışın sonucu olarak, merkezi devlet otoritelerini ortadan kaldırmaya yönelik bir zorlama ile karşı karşıyadır. Türkiye bu akımın sonucu olarak tüm ulusal varlıklarını özelleştirme adı altında, yabancı sermaye gruplarına devretmiş bulunmaktadır. Bunun doğal bir sonucu olarak, kamu adına devlet denetiminin tamamen ortadan kaldırıldığı da bir gerçektir.
7. Türkiye, İslam ülkeleriyle mevcut olan tarihi ve kültürel bağlarını da kullanarak ekonomik yönden geliştirmeye çalıştığı bağlantılarının, bu ülkelerdeki kargaşalar, savaş ve rejim değişiklikleriyle sekteye uğramasından büyük zararlar görmüşken, en önemli ihracat pazarı olan Rusya Federasyonu’nun petrol gelirlerinin azalmasıyla ortaya çıkan olumsuz koşullarıyla da mücadele etmek zorunda kalmıştır. Benzer bir durum İran, Irak, Libya, Cezayir, Sudan ve Afrika ülkeleri için de söz konusudur. Özellikle Arap Baharı furyasında tüm müteahhitlik hizmetleri durmuş, müteahhitlere ait alacaklar askıda kaldığı gibi müteahhitlerimize ait araç ve makine parkları yağmalanmış ya da tahrip edilmiştir.
8. Türkiye, Kıbrıs sorununu uluslararası boyutta hala çözemediği gibi, Doğu Akdeniz’de bulunduğu iddia edilen petrol ve doğal gaz yataklarının aranması ve işletilmesi konusunda uğradığı yalnızlaşma yanında, 16 yıllık ve muhafazakar olduğunu iddia eden AK Parti Hükümetleri dönemlerinde de Kıbrıs’lı soydaşlarımızın yakından görerek incindiği, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde sosyal huzursuzluk ve kültürel bozulmayı hızlandıran mafia, kumar, uyuşturucu ve beyaz kadın ticaretinin önlenmesi konularında olumlu yönde hiçbir adım atmamış ve atılmasını sağlayacak bir politika izlememiştir. Bu durum Kıbrıs sorununun içeride ve dışarıda Türk toplumu lehinde çözülmesine en büyük bir engeli teşkil etmektedir.
9. Türkiye temsilde adaleti sağlamayan bir seçim sisteminin ağır baskısı altında, azınlığın çoğunluğa tahakkümü altına girmiş bulunmaktadır. Hiçbir siyasi parti veya akım bu durumun değişmesi ve temsilde adaleti gözeten yeni bir seçim sistemine geçilmesi gereğini ağzına dahi almamaktadır. Seçimlerde uygulanan yüzde 10’luk barajın ise makul bir seviyeye indirilmesi herkesin üzerinde mutabık kaldığı bir konu olmasına rağmen yasama ve yürütme organı tarafından bu durum benimsenerek halen sürdürülmektedir. Esasen Başkanlık Sistemi ile ortaya çıkan fiili durum Meclisin Milleti temsil kabiliyetini örtadan kaldırmıştır.
10. Ülke nüfusunun büyük bir kısmı ekonomik hayattan dışlanmış bulunmaktadır. Bunun doğal sonucu olarak halkın büyük bir kısmı sosyal ve siyasi hayatta rol alamaz, durumunu ifade edemez ve aleyhinde gelişen akibeti değiştiremez bir hale getirilmiştir. Nüfusun 26 milyonu öğrenci konumunda oyalanmaya mahkum edilerek, üretimden uzak ve tüketici konumunda, işsiz-güçsüz ve adeta “hayta” bir konumda tutulmaktadır. Nüfusun 10 milyonu yeşil kart hamili olarak kayıtlara geçmiştir. Bunların işsiz-güçsüz ve herhangi bir sosyal güvenceden yoksun ve tamamen yoksul bir kesimi göz önüne getirdiği dikkate alınmalıdır. Kayıtlara göre 10 milyon emeklinin de ekonomik hayattan kopuk ve yeşil kartlılar gibi tüketici durumunda olduğunu izaha gerek yoktur. İşsizlik oranı her ne kadar yüzde 11 olarak açıklansa da bu oranın gerçeği yansıtmadığı; çalışma çağındaki öğrencilerin, yeşil kart hamillerinin ve çalışma çağında olmasına rağmen iş aramaktan vaz geçenlerin ve sürekli bir işi olmamasına rağmen ayda birkaç gün ve hatta birkaç saat çalışanların dahi işsiz olarak bu orana dahil edilmediklerini düşündüğümüzde bu aslında işsizlik oranının yüzde 30’u bulduğunu söyleyebiliriz. Çalışıyor görünen 18 milyon kişinin ise asgari ücretli olduğunu da unutmamalıyız. 2003 yılında, AB uyum süreci gereği denilmesine rağmen, gerçekte global sermayenin isteği doğrultusunda AKP Hükümeti tarafından çıkarılan İş Kanunu ile getirilen ve çıkarılan yönetmelikle uygulamaya konulan “Özel İstihdam Büroları” ile tüm ülke, her türlü sosyal güvenlik hakkından mahrum insanların oluşturduğu, açık bir “amele pazarı” haline getirilmiştir. Bu sayede, işçi örgütlenmesi ve sendikal haklar mazide kalan bir hatıra haline gelmiştir.
11. Türkiye’de uzun yıllar halkın tasarruf meylinin çok düşük olduğu mektepli iktisatçılarca iddia edilegelmiştir. Geçimini zor sağlayan ve kıt kazancıyla borç-harç yaşayan bir toplumdan tasarruf beklemenin anlamsızlığından hiç kimse bahsetmemiştir. Halkın 35 milyona yakın bir kısmı, sistemli olarak işsiz bırakılarak, üretime hiçbir katkıda bulunmasına adeta izin verilmezken, sosyal yardımlarla ayni ve nakdi olarak desteklenerek hayatlarını idameye adeta mecbur bırakılmışlardır. Bunun finanse edilmesi için dışarıdan ve içeriden alınan döviz borçları karşılığı olarak para basılmış, bu sayede ekonomik yapıda ciddi üretim düşüşlerine meydan verilmiş, kredilendirme ve borçla yaşamaya alıştırma ile ekonomik yapıda bir depresyon yaşanmasının engellenmesi, ekonomi-politik bir tercih olarak benimsenmiştir. Bu durum yeni borçlanmalara yol açan ve uzun süre sürdürülebilirliği şüpheli bir vesayet rejimidir. Halkın genetik karakteristiği bu uygulamaların bir sonucu olarak, zaman içerisinde olumsuz yönde değiştirilmektedir. Ahlak kurallarına bağlı ve saygılı olan toplum yapısı, fırsatçı ve kap-kaççı bir ahlaksız karakter yapısına doğru şağrtlandırılmaktadır.
12. Türkiye’de halk, yürütülen ekonomik politikalar doğrultusunda biçimlendirilen sosyal yapıda “efendi-köle” ilişkisine zorlanmaktadır. Bunu kanıksayacak bir toplum yapısı, metropol şehirlerde bilhassa toplu taşıma sistemlerinin yetersizliğinden sıra-saygı ilişkisi törpülenerek de hızla oluşturulmaktadır. İşsizlik ve çaresizlik darboğazında sıkıştırılan geniş halk kitleleri “gemisini kurtaran kaptan” anlayışıyla aile bağlarından bile koparılmakta, genç kızlar kendilerini kurtarma ümidiyle kurda kuşa yem olmakta ve hiç küçümsenemeyecek sayıda bir gençlik zümresi, çok erken yaşlarda, yaşadıkları bunalımdan kurtulmanın geçici de olsa tek çaresi olarak görebildikleri, uyuşturucu ipine sarılarak heba olmaktadır.
13. Türkiye’de ölçülebilen ekonomik değerlere bir göz atacak olursak;
İç borç stoku : 200 milyar ABD Doları
Dış borç stoku: 460 milyar ABD Doları Milli gelire oranı % 59,5
İç ve Dış Borç Toplamı: 660 milyar ABD Doları
Toplam ihracat: 160 milyar ABD Doları
Toplam ithalat: (Tahmini) 200 milyar ABD Doları olarak görülmektedir.
Bu rakamlar geçtiğimiz diğer on yıllarla kıyaslandığında çok ciddi bir ekonomik büyüklüğü göstermekle beraber, ekonomik bir vesayet altında olduğumuzun somut bir delilidir.
Öyle görülüyor ki Hükümet, iktidarının ömrünü iç ve dış borçlanma miktarını arttırarak ve bu şekilde iç ve dış güç odaklarına millet kesesinden faiz adı altında haraç ödeyerek uzatma gayretindedir.
Türkiye bu ağır borç yükünü kısa dönemde üzerinden silkip atacak bir durumda değildir. Her ne kadar IMF boyunduruğundan kurtulmuş da olsak, çalışma çağındaki atıl işgücü kapasitemizi harekete geçiremediğimiz takdirde, bu vesayetin yükü altında ezilmeye devam edeceğimiz görülmektedir. Bugün ulaşmış olduğumuz ekonomik büyüklüğü kısa zamanda katlayarak aşabileceğimiz yeterli bir nüfusa, ulaşım ve iletişim alt yapısına, üretim için gerekli eğitilmiş iş gücüne sahip olmakla birlikte, yüksek teknolojik imkanlara, yeterli enerjiye ve milli sermaye gücüne sahip olmadığımızı ve buna göre değerlendirme yapmak zorundayız.
14. Türkiye, kısa vadede, İş Kanununu değiştirerek global sermayenin dayattığı efendi-köle düzenine geçişi sağlayan taşaron sistemini ve özel istihdam bürolarını ortadan kaldırarak halkının eşit vatandaşlık hakkını tekrar teslim etmeli, metropollerde temerküz eden memur düzenini zorunlu rotasyon uygulamasını başlatarak ıslah etmeli ve mevcut devlet memuru istihdamını iki katına çıkararak, eğitimli iş gücünü yeni istihdam alanları yaratarak verimli ve üretken bir hale getirmeli, üretimi destekleyen ve geliştiren devlet anlayışını yeniden tesis ederek halkına güven vermelidir. Devlet memuru kadrosunun genişletilmesi hem güvenlik hem de toplumsal uzlaşma ve kaynaşma bakımından hayati önem taşımaktadır.
14. Dünyada global sermayenin zorlamasıyla gelişen şirketokrasiye, devletsizleştirmeye ve bölünerek küçülmeye karşı duracak yeni bir anlayış ile harekete geçmek zorundayız. Bunun için milli ve yerli bir planlama sürecine ihtiyaç vardır. Öncelikli hedefimiz birlik ve beraberliğin devamı için kamu otoritesinin yeniden yapılandırılarak tesisi ile, öncelikli ihtiyaçların tespiti ve telafisi için gereken alt ve üst yapının oluşturulması ile, dünyadaki yerimizin uzlaşmacı yaklaşımlarla pekiştirilmesi yanında, tehdit unsurlarının devletler ve bloklar arasında yeniden belirlenecek işbirliği ve entegrasyon süreçleriyle teminat altına alınmasına gayret göstermeliyiz. Bu çalışmaların içeride ve dışarıda ortaya çıkaracağı riskleri gözde alacak bir devlet politikası kararlılığının, Anayasa’da belirlenen değişmez kurallara bağlı kalarak, yeniden belirlenecek bir kurallar manzumesi ile yenilenecek bir Anayasa ve yasalar ile düzenlenmesi sağlanmalıdır.
15. Türkiye devletinin 1980 İran’dan gelen, 1989 yılında Bulgaristan’dan gelen, 1989 yılı sonundan itibaren başlayıp günümüzde dahi süren eski S.S.C.B. uyruklu, 1991’de Irak’dan gelen ve son iki yıl içinde Suriye’den gelen mültecileri ülkeye kabul etme, yerleştirme ve vatandaşlığa kabul etme politikaları, nüfus yapımızı olumsuz etkileyerek, tamamen ülke düzenini sarsacak boyutlara ulaşmış, 10 milyon kişi civarında ülkeyi sahiplenmeyen ve ayrılıkçı politikalara destek sağlayan yeni nifak odaklarının ortaya çıkmasına sebep güvenlik sorunları haline gelmiştir. Bu durumun “milli devlet” yapısını ve anlayışını çökerttiğini kabul etmek gerekmektedir. Bu mülteci akını, ülke halkının bir kısmının da işsiz kalmasına yol açtığı gibi, çalışma şartlarının daha iyi hale getirilmesi sürecini tersine çevirmiş, işveren kesimin işçi kesimi üzerindeki tahakkümünü arttırmıştır.
16. AK Parti hükümetlerinin yandaş bürokrat sınıfı oluşturma çabaları, akrabalık, ayırımcılığı ve kayırımcılığıyla, bürokratik sistemin sağlıklı işleyişinin gereği olan tahsil, kıdem ve liyakat esaslarına uyulmaması sonucu, devlete ve yasalara değil, amire itaat ve sadakati esas alan vasıfsız ve niteliksiz bir yeni bürokratik sınıfın oluşmasını sağlamıştır. Ehliyetsiz ve liyakati kuşkulu bir memur zümresi vazifesini ikmalde mütereddit, vazifesini ihmalde mahir bir tutum ile, devlet dairelerinin kapılarını vatandaşa kapalı, yandaşlara açık bir kale getirmiştir. Bu ise rüşvet ve iltimas çarkının dönmesini sağlayan bir “muharrik güç” haline gelmiştir.
17. Türkiye’nin geleceğinin teminatı olacak hızlı tren, raylı sistem, duble yollar, muazzam konut edindirme projeleri, tüm illere hava alanı projeleri ve hava ulaşımının tüm illere yaygınlaştırılması, sağlık sektöründeki kara ve hava ambülans hizmetleri, tüm sosyal güvenlik kurumları ile sağlık sigorta sisteminin birleştirilmesi ve yaygınlaştırılması ile İstanbul’a yeni hava limanı, kıtaları kara ve demiryolu ile bütünleştirecek projeler ülkenin geri dönülemez ileri bir noktaya geldiğinin somut kanıtlarıdır. Bu imar ve inşa faaliyetleri esnasında, tahsil-kıdem-liyakat unsurları gözetilerek devlet bürokratik sisteminin iyileştirilmesi gecikilmeden ele alınmalı ve hızla gerçekleştirilmelidir.
18. Ülkemiz, tüm komşu ülkelerle savaş durumu halinde sorunlu ve tamamen kuşatılmış bir “ada ülke” konumundadır. Fiilen içeride ve dışarıda savaş şartları hüküm sürmektedir. Bu durumun sürdürülemeyeceği, ödenen bedellerin yükü altında devletin ve Milletin ezildiği görülmektedir. ABD ile “vekalet savaşı” sürmekte, Rusya ile ağır bedeller ödenen bir gerginlik dönemi sonunda ilişkiler düzeltilme aşamasına gelinmişken bu defa tüm dış ekonomik ilişkilerimizin % 50'sini kapsayan AB ile ilişkiler, ortaklık müzakereleri göz önüne alındığında, dondurulma noktasına gelmiştir. Tüm bu ülkelerle ilişkilerin düzeltilebilmesi kısa dönemde mümkün görülmemektedir.
19. Ülkenin adalet ve kişi temel hak ve özgürlüklerine dayalı, mesken masuniyetini esas alan, hak ve hukuk önünde akan suların durduğu, eğitimde ve istihdamda eşitliği uygulayan yeni bir sistem yapılanmasına ihtiyacı vardır. Dünyada gelişen ve yaygınlaşan, otokratik, polis devleti anlayışı yerine halkını topyekun kucaklayan yeni bir yönetim ve hem yönetenlerin hem de yönetilenlerin hesap verilebilirlik bakımından; “kanunlar önünde herkesin eşit olduğu” anlayışının, kimsenin keyfine bırakılmadan uygulandığı, yasama-yürütme-yargı erklerinin birbirinden bağımsız olmakla birlikte, eşit düzlemde birbirlerini denetleyebildiği yeni bir yönetim anlayışının hukuki temellerini tahkim etme sorumluluğumuz bulunmaktadır.
20. Herkese iş ve herkese aş temel amacı doğrultusunda, ülkenin tüm kaynakları verimli bir şekilde ve üretim ağırlıklı bir yapılanma, para sistemi de yeniden kurgulanarak hayata geçirilmelidir. Bunun için öncelikli olarak, son 30 yılda yapılan tüm özelleştirmeler yeniden gözden geçirilmeli, özelleştirlen kurum ve kuruluşların akibeti sorgulanarak, milli servet kaybına sebep olunmuşsa sorumlulardan hesap sorulmalı ve yeniden devletleştirme işlemleri derhal yapılarak, yeniden kamuya kazandırılmalı ve yeni teknolojik gerekler esas alınarak yeniden yapılandırılmalıdır. 
Ankara; Zeki ŞAHİN, Akademisyen-İşletmeci-Ekonomist.21 Kasım 2018
ENFLASYONİST EKONOMİ POLİTİKASINA DÖNÜŞ
Bir ülkede ekonomik yapı, toplumun her kesiminin, kuralları yazılı veya yazısız olarak belirlendiği biçimde ve herkesin hakkına razı olarak, bir diğerinin hukukuna tecavüz etmeden mal ve hizmet ürettiği ve bunların karşılığını geçerli para ile veya ölçülebilir herhangi bir geçerliliği kabul edilmiş bir değer olarak aldığı bir sistemde, bir diğeriyle uyumlu ve birbirini tamamlayarak çalışan mekanizmaların bütünüdür. Bu sistemi değişik enstrümanların bir araya geldiği bir orkestraya ya da farklı fonksiyonları olan muhtelif organların oluşturduğu herhangi bir canlı organizmaya benzetebiliriz. Nasıl ki orkestrada farklı sesleri dile getiren değişik tür ve sayıda enstrümanlar aynı besteyi icra ederse ve canlı bir organizmada farklı organların, bütünü korumak ve yaşamayı sürdürmek için üstlendiği değişik görevler varsa ve nasıl ki orkestrada şef, organizmada ise beyin tüm sistemi sevk ve idare ediyorsa ve böylece duruma ve amaca uygun hareket sağlanıyorsa; ekonomik sistem de yalnızca farklı sektörlerin basit bir bileşeni değil, aynı zamanda sosyolojik, politik ve teknolojik faktörlerin de dahil olduğu çok karmaşık bir ilişkiler sistemidir bu sistemde de, orkestrada şefin, organizmada beyinin icra ettiği fonksiyonu üstlenen bir koordinasyon ve kontrol mekanizmasına ihtiyaç vardır... Orkestranın başarısı veya başarısızlığı sadece orkestra şefinin bilgi ve beceri düzeyi ile değil; orkestra elemanlarının eğitim düzeyi enstrümanlardaki akord ve diğer fiziki koşullara da bağlı olduğu gibi, canlıorganizmanın sağlığının beyinde veya diğer organlarında sistemin düzgün çalışmasını engelleyen herhangi bir enfeksiyon veya travma nedeniyle bozulması gibi, ekonomik sistemi oluşturan parçalarda da bozulmalar ortaya çıkabilir ve uyum bozulabilir veya verim azalabilir. Böyle bir durumda problemin tespit, tahlil, teşhis ve tedavi süreci başlatılır. Ekonomik düzen, birbirine bağlı ve farklı faaliyetlerin ortaya koyduğu karmaşık yapısı ile bir senkronizasyon bozukluğunu uzun süre taşıyamaz ve zincirleme bir reaksiyonlar biçiminde tüm sistem çöküntü içine girer. Ekonomik sistem bileşenlerinden birinde ortaya çıkan bir bozukluk sosyal ve siyasal yapıda da çözülmeye ve bu da gelişmeyi engelleyerek, önce teknolojide ve sonra her şeyde genel bir gerileme sürecine girilmesine neden olur.
Ülkemizin en ciddi ve çözüme muhtaç sorunu enflasyon
Ülkemizin en ciddi ve çözüme muhtaç sorunu olan “enflasyon”; ekonomi biliminin en önemli parametrelerinden birisidir ve 40 yıldır Türk Milletine anlatıldığı ve halkın aldatılarak soyulmasının kaderi olduğuna inandırıldığı gibi, nereden geldiği belli olmayan bir ucube ve kendiliğinden zuhur eden baş edilemez yedi başlı bir canavar değil, tam aksine, “ölçülebilir, kontrol edilebilir ve bir kesimden diğer kesime servet transferi” amacıyla Hükümetlerce kullanılan bir araçtır. Enflasyon, gelişmiş ülkeler halklarının sosyal kesimler arasında yüzyıllar süren büyük savaşların sonucunda ulaştığı “social consensus-sosyal uzlaşma” sayesinde, işlevsel bir demokratik sistemini kurmuş ve sömürge ya da yarı sömürge olmayan ülkelerde çok düşük, hakim sınıflarla vuruşularak hak edilmiş bir “demokratik” düzen kuramamışülkelerde, müstemleke ya da yarı müstemleke halinde,demokratik olmayan veya güdümlü ürünü hükümetler tarafından, ekonomik sistem içinde belli bir kesime diğer kesimlerden değer aktarmak yani servet transferi yapmak için kullanılan, toplumun tüm değerler sistemini, birlik-beraberlik-kardeşlik ve adalet anlayışını yok eden en tehlikeli, fakat bu amaçlara uygun olarak kullanılabilen ve tahrip gücü en yüksek bir silahtır. Bu aracın-silahın hükümetler tarafından kötü niyetle kullanılması ekonominin sinir sistemini kısa zamanda felç eder ve sistemde genel bir çöküntü yaratır ve bu çöküntü “ekonomik krizler” şeklinde, her defasında bilhassa orta sınıf ve alt orta sınıf üzerindeki yıkım etkisi daha şiddetli bir biçimde ortaya çıkar. Hele fakir-fukara ile garip-guraba enflasyonist politikalarla daha rezil ve sefil bir hayata mahkum olur.
Enflasyona dayalı gelişme(!) politikası, sosyal uzlaşmayı ve adaleti sağlayamamış, gelişememiş veya gelişmekte olan ülkelerde uygulanmaktadır. Bu ülkeler Arjantin, Brezilya, Meksika, Şili ve sair Orta ve Güney Amerika ülkeleriyle Orta Doğu ve Güneydoğu Asya ve bazı Afrika ülkeleri gibi karmaşık demografik yapıya sahip Devletlerde iktidarı ele geçiren güçler tarafından, muhalefet eden veya etmeyen diğer taraflar aleyhine, kendilerini zenginleştirmek ve diğerlerini fakirleştirmek için, en etkili ve ucunda susturucu takılı, sessiz bir silah olarak kullanılmaktadır.
Avrupa Birliğine katılan ülkelerde, Maastritcht kriterlerinin zorunlu kıldığı üst yasalar ve anlaşmalarla sağlanmış sosyal uzlaşma sonucu iki haneli enflasyon rakamları tek haneli rakamlara düşürülmüş bulunmaktadır. Bunun tek istisnası Türkiye’dir ve Hükümetler büyük bir özenle Maastritcht kriterlerinden söz etmez ve ettirmez iken, Kopenhag kriterlerini ısıtıp ısıtıp kamuoyunun gündemine kışkırtıcı bir biçimde getirmeyi, asıl somut olaylarla dolu gündemi saklayarak, üzerinde toplumun geneli veya çoğunluğu tarafından asla uzlaşılması mümkün olmayan soyut kavramları, halkı bununla birbirine düşürerek oyalamayı “her dönem için geçerli” bir taktik olarak benimseyerek kullanmayı uygun görmektedirler.
Sosyal uzlaşmaya sahip iken enflasyona dayalı politika uygulayan tek ülke İsrail’dir ve bu yıkıcı etkisi son derecede yüksek olan ekonomik silahı, 1967 savaşı ile “zoraki vatandaş” olarak ilhak ettiği Filistin ahalisinin taşınır ve taşınmaz mal ve mülkünü gasp etmek için kullanmışancak bu arada, hemen hemen tamamı şu veya bu şekilde maaşlı Devlet görevlisi olan, İsraillileri kendi icatları “eşel-mobil” sistemi ile korumuştur. Filistinliler yeteri kadar fakirleştirildikten ve ekonomik mukavemet gücü kırıldıktan sonra, uygulanan bu yüksek enflasyon politikası, amaç hasıl olduğu için, derhal terk edilerek normale dönülmüştür.
Enflasyonun ekonomik sistemdeki etkisini ve sonuçlarını, organizmada ortaya çıkan bir kanser tümörüne benzetebiliriz. Toplumun belirli kesimlerine servet transferi amacıyla uygulanan bir enflasyonist politika ile aşırı beslenen kesim anormal olarak büyür ve organizmanın normal dengesini bozarak hastalanmasına ve sürüm sürüm sürünmesine yol açar. Bu halkına düşman kesimin tek endişesi sosyal patlamadır. Onu da düzmece ideolojiler ortaya atarak, halkta hiçbir karşılığı olmayan, sarı sendika karşılığı sahte muhalefet grupları ve partilerli ortaya çıkarıp medyada bunları parlatarak halkın gazını almak için kullanırlar. Toplumda var olan Bu kanserli bölge tedavi edilmezse, uzun vadede kanserin “öldürücü” etkisini engellemek imkansızdır. Organizmanın ölümü, organizmanın türüne ve hastalıklara karşı dayanma gücüne göre değişir. Bazan ölüm birden gelir. Bazan hastalık yıllarca sürebilir veya zayıflayan organizma, normal koşullarda öldürücü etkisi olmayan başka bir nedenle, “zamansız” da ölebilir. Hastanın ameliyatı ile bozulmuş kısım vücuttan çıkarılır. Ekonomide bunun anlamı“dışarıya para ve servet transferidir”. Bazı durumlarda hasta ameliyat edilmez ve çok pahalı ilaç ve ışın tedavisine ihtiyaç olur. Bunun ekonomik ifadesi “iç ve dış borçlanmadır”. Her iki durumda da tam bir iyileşmeden söz edilemez ve vücut eski gücüne asla kavuşamaz ve aslında kavuşmasına izin verilmez.
Enflasyon ile servet aktarılan toplum kesimini insan vücuduna girmiş bir bağırsak parazitine de benzetebiliriz. Alınan gıdaların çoğu bağırsak paraziti tarafından emildiği için, alınan tüm besleyici gıdalara rağmen, vücut hasta ve çelimsiz görünür. Bağırsak paraziti ise semirdikçe semirmektedir ancak parazit semirdikçe daha fazla besine ihtiyaç duyar ve vücudun beslenmesine daha az besin kalır. Alınan tüm gıdalara rağmen sadece parazit büyüdükçe büyür ve vücut daha da güçsüz ve çelimsiz kalır. Vücut yaşadıkça parazit gelişir de gelişir ve vücudun zafiyeti onu hiç etkilemez. Bu durumun ekonomik izahı ise “içimizdeki Danimarka” da denilen ve enflasyonist politikalarla semirtilmiş kesimin, alınan iç ve dış borçların daha çoğunu emerek gittikçe semirmesi ve ülke ekonomisinin yatırım ve üretim eksikliği yüzünden daha kırılgan ve güçsüz, bu kesimin dışında kalanların ise daha fakir ve yoksul hale gelmesidir.
Son yapılan hesaplamalara göre, Türkiye’de kişi başına düşen ulusal gelirin 14.000 USD olduğu görülmektedir. Bu zenginliğin 12.000 USD kadar miktarı “bağırsak parazitleri” tarafından emildiği için, halkın büyük çoğunluğunun 2000 USD civarında bir kişi başına ulusal gelir düzeyine, istese de istemese de razı edildiği sonucu çıkmaktadır. Gerçekten fiili durum da budur.
İş başına gelen hükümetler, halkın beklentilerini ve haklı taleplerini kısıtlamak için, ülkeyi olduğundan fakir göstermekte ve “enkaz devraldık” edebiyatı yapmakta yarışırlar.
Acı gerçek ise ülkede % 1 nüfusa sahip bir kesimin, ulusal servetin % 80 kadarını kontrol ediyor olmasıdır. Soyal yardım olmadığı takdirde yaşama gücü kalmamış 44 milyon insanın sürekli ve makul düzeyde gelir getirecek hiç bir işi gücü ve yarını yoktur. 44 milyon insan, asgari ücret ile aile geçindirmeye mahkum edilmiştir.
ENFLASYONUN ACI BİLANÇOSU
Türkiye ekonomisi, bilinçli bir şekilde ve sistemli olarak, tam bir jenerasyon ömrünü kapsayacak zaman aralığı boyunca, güdümlü demokrasinin “şahsi emellerini müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit etmiş bedhahları” tarafından temsil edilen Hükümetleri eliyle, enflasyon aracının Türk Milletine karşı insafsızca kullanıldığı ve kendini besleyen canavara dönüştürüldüğü, mevcutlarına el konulduğu yetmiyormuş gibi, iç ve dış borçlanma politikaları ile geleceğine de ipotek konulduğu, umutların tüketildiği, toplumun büyük çoğunluğunun iş ve aş bulma konusunda çaresizlik içinde bırakıldığı, insanların “yarın” endişesi içinde bırakılarak, insan psikolojisinin en alt basamağı olan “sadece hayatta kalmak ve bunun için gerekli olan fizyolojik ihtiyaçlarının tatminine yönelmek” derecesine alçaltılmasına yani “hayvanlaştırılmasına” ve bunun sonucu olarak; “güvenlik” ve “aidiyet” ihtiyaç psikolojisinden uzaklaştırılmasına ve bu şekilde “insan” ve “millet olma” bilincinin törpülenmesine, “mandacı” ruh haline sokulmasına ve tüm “emperyalist” saldırılara karşı kendini savunma refleksinin bertaraf edilerek, “savunmasız” ve “açık hedef” haline getirilmesine yol açılmıştır.
Bugün toplumun büyük çoğunluğu, ekonomik krizlerle destekli, büyük bir psikolojik savaş harekatından “mağlup” olarak çıkmıştır. Bugün halk arasında, “vatan-millet-Sakarya” tekerlemesi dillerde bir “istihza ve sinkaf” malzemesi olarak kullanılmaktadır.
Bir süre AB-Avrupa Birliği Maastricht Kriterlerine uyacağı izlenimini veren AKP Hükümetleri, iç ve dış güç odaklarının baskıları ve iktidara daha uzun süre daha tutunma tutkusu ve hatta mecburiyeti sebebiyle iki dönemdir gizlice enflasyonist ekonomi politika uygulayarak ve Başkanlık Sistemi ile de bunu adeta milletin burnuna zorla dayayarak sürdürmeyi tercih etmiştir.
Enflasyonist ekonomik politika ve yüksek döviz kuru uygulaması sadece ve sadece zengini daha zengin ve fakiri daha fakir yapan ve müstemleke ahalisini “bir lokma bir hırka” ile yaşamağa mahkum eden efendi/köle düzenidir. Bu düzeni yeni ayağını ve zımnı kabulünü Hükümet "Kıraathane" ile ortaya koymuştur. Tüm dünyada "sınıfsız toplum" olarak bilinen Türk Milleti "fakir/zengin" olarak "cebren ve hile ile" iki ayrı sınıfa bölünmek istenmektedir.
Ankara; Zeki ŞAHİN, Akademisyen-İşletmeci-Ekonomist.21 Kasım 2018
ZEKI SAHIN <zekisahin@yahoo.com>

19 Kasım 2018 Pazartesi

Kemalizm Sahalara Dönüyor "AÇIK GÖRÜŞ"Alınganlık Kemalizmin üzerinde alüminyumdan yapılmış bir zırh gibi durmakta. Bu kadar zayıf bir zırhın Kemalizmi nasıl koruduğu muammasının sırrı ise, şimdiye kadar hakikaten bir zırha sahip olduğunu sanan muarızlarının gerçek darbeler vuramamış olmasında saklı.

KEMALİZM SAHALARA DÖNÜYOR
Alınganlık Kemalizmin üzerinde alüminyumdan yapılmış bir zırh gibi durmakta. Bu kadar zayıf bir zırhın Kemalizmi nasıl koruduğu muammasının sırrı ise, şimdiye kadar hakikaten bir zırha sahip olduğunu sanan muarızlarının gerçek darbeler vuramamış olmasında saklı.
Modern dünyanın en karakteristik icadı
Modern dünyanın en karakteristik icadı olan ideolojiler birbirlerinden çok farklı karakterlere sahipler. İdeolojilerin birbirinden ayrıştığı yegane nokta kendilerini nasıl ortaya koydukları ve var ettikleri noktası değildir. Aksine, ideolojiler kendilerini dış baskılardan ve yok olmaktan hangi refleksler ile korudukları noktasında da farklılık arz eder. Marksist ideolojiler (Ki birbirine benzeyen ancak farklılık arz eden irili ufaklı pek çok türünden bahsedebiliriz) kendilerini var oluş ve yükseliş süreçlerinde emek sermaye çelişkisinin yarattığı hoşnutsuzluk ile ortaya koyarken aynı zamanda bu motivasyon ile de korur. İktidara geldiği demde ise söz konusu ideolojilerin baskıcı bir yöntem ile kendilerini korudukları tarihi tecrübe ile sabit. Üstelik bu baskıyı “proleter diktatörlük” olarak adlandırarak fikrî savunusunu da yapmayı başaran bu ideolojiler, bunun haricinde bir savunma mekanizmasını devreye sokmayı başaramadıkları için bila istisna bir başarısızlık hikayesi ile tarih sahnesinden çekildi. Castro sonrası Küba’yı, Şi Cinping’in Çin’ini yahut Chavez’in 21. yüzyıl sosyalizmi olarak adlandırdığı şey ile şekillendirdiği Venezüella’nın ne oranda sosyalist oldukları ve varlıklarını sürdürdükleri başka bir tartışmanın konusu. Buna mukabil faşist ideolojilerin kendilerini ancak bir şekilde iktidarda iken ortaya koyma kabiliyetine sahip olduklarına ve kendilerini devlet aygıtı ile koruduklarına dünya tarihi şahit oldu. İktidardan uzaklaştıkları demde ise faşizm kendisini ancak agresyon ile muhafaza etmeye gayret etti. Zira ideolojik arka planı başka türlü bir savunmaya izin verecek kadar zengin değildi ve bu bakımdan her zaman Marksizmin çok gerisinde kaldı. Liberalizmin en büyük kalkanı ise yarattığı özgürlükçü hava oldu, kendisine inananlar bu özgürlüğün büyüsü ile liberal düşünceye sahip çıktı. Ancak söz konusu ideoloji tiplerinin hiçbirisi Kemalizm kadar nev-i şahsına münhasır bir savunma mekanizmasına sahip olmadı. Kemalizm devlet yönetiminde güçlü olduğu her dönemde kendisini devlet aygıtı ile koruyup tahkim ederken, karakteristik farklılığını iktidardan uzaklaştığı dönemlerde ortaya koydu. Hiçbir ideolojinin kalkan olarak kullanmayı akıl edemediği (en azından benim hatırıma benzer bir örnek gelmiyor) alınganlık zırhını kuşandı ve muarızlarının kendisine birkaç mızrak boyundan daha fazla yaklaşmamasını sağladı.
‘Ayıptır’ hududu
Alınganlık Kemalizmin üzerinde alüminyumdan yapılmış bir zırh gibi durmakta. Bu kadar zayıf bir zırhın Kemalizmi nasıl koruduğu muammasının sırrı ise, şimdiye kadar hakikaten bir zırha sahip olduğunu sanan muarızlarının gerçek darbeler vuramamış olmasında saklı. O kadar ki, fiktif bir inciticiler listesine sahip olan Kemalizm, muarızlarını toplumsal uzlaşı ve devletin refahı gibi hassas değerleri muhafaza etmek namına belli bir hududun gerisinde tutuyor ve kendisine yaklaştırmıyor. Üstelik bu zırhın karakteri, kendi müntesipleri haricindeki kimselerin dahi kendisine sık sık taraf olması neticesini doğuruyor. Bu zırh bir ideolojinin sahip olabileceği en esnek zırh olarak önümüzde duruyor. Kemalizmden başka bir ideolojinin ise bu zırhı kuşanmasının mümkün olmadığı bir hakikat olarak karşımıza çıkıyor. Zira söz konusu alınganlık zırhı, kendisini Türk insanının “ayıptır” hududuna dayaması ile tahkim ediyor. Bu son derece alaturka bir buluş, ancak Kemalizmin gücünün sırrı tam olarak bu dinamikte temerküz ediyor. Kemalizmin iktidardan ne kadar uzaklaşırsa uzaklaşsın bir türlü yıkılmak bilmeyen bir heyula gibi karşımızda duruyor oluşunun sebebi tam olarak bu duygusal bariyer. Atatürk’ün şahsı üzerinden bir duygusal anafor, bu anafordan bir Atatürk kültü yaratmak ve bu kültü kendisini var kılacak şekilde sürekli olarak dönüşen dinamik bir yapı olarak tasarlamak Kemalizm’in en büyük başarısı. Kemalizm’e yönelik girişilen her sert eleştiri “Atatürk’ün aziz hatırası” duvarına çarpıyor. Oysa Atatürk’ün şahsının bir bahis mevzuu olmadığı eleştiri noktalarında dahi Atatürk’ün bizzat kendisi bir kalkan olarak öne konuyor. Bu her şeyden önce Atatürk’ün, üzerinden toplumun ayrıştığı bir kimse haline gelmesine hizmet ediyor. Trablusgarb, Çanakkale, İstiklal Harbi cephelerinin kahramanı ve kurucu cumhurbaşkanı sıfatlarını haiz Mustafa Kemal Paşa’nın tüm bu ayrışma objesi haline getirilme çabalarına rağmen toplumun geniş kesimlerinde kredisi büyük.
Hatırşinas Türk insanı
Hatırşinas Türk insanı, günahı ve sevabı ile Atatürk’ün şahsını kabullenmiş, son kertede “ölünün ardından konuşulmaz” diyerek beşeri kabahatlerini mevzu etmemeyi tercih eden bir refleksi ortaya koymuştur. İşte bu büyük kredi, Kemalizm tarafından kendisini tahkim etmekte kullanılan bir kapital haline getirilmiş durumda. Kemalizm’in icadı olan alınganlık zırhının yumuşaklığı nispetinde esnek ve güçlü oluşunu sağlayan kapital de işte bu kredi. Kemalistler sürekli bir alınganlık içinde “Mustafa Kemal Atatürk’e ve aziz hatırasına” saldırıldığı şayiasını alem yapmış vaziyetteler. İnsanî sınırlardaki her türden eleştiri, mizah, analiz vb. söz konusu Atatürk’ün değil şahsına, kültüne dahi yöneltilmiş olduğunda alınganlık mekanizmaları devreye giriyor. Böylelikle Kemalizm zırhını bir kez daha parlatıyor. Pek çoğumuzun sürekli olarak “Atatürk’ü seviyor musun?” sorusuna muhatap oluyor ve cevap vermek zorunda bırakılıyor oluşu işte bu yüzden. Elbette bu zırhın icadı ve kullanımı dahiyane bir fikir; bununla birlikte Kemalizm açısından aynı zamanda bir mecburiyet. Zira Kemalizm ideolojik arka planı son derece zayıf ve müntesiplerini kendisine ancak duygusal medyuniyet bağları ile bağlayan bir ideoloji. Bu sebeple iktidardan uzaklaşması ile birlikte Kemalizm ancak bu duygusal zırhı kuşanmayı başarabiliyor. Belki de bulabileceği yegane zırhın, teoride kendisini koruması mümkün olan her türlü zırhtan daha sağlam oluşu ise Kemalizmin talihi.
Kemalist alınganlık
Mine Kırıkkanat katıldığı bir televizyon programında “Arkadaşlarıma dedim ki, artık Atatürk ilahım. 10 yıl önce Atatürk’e tapıyorum demezdim, ama artık Atatürk’e tapıyorum dedim. Arkadaşlarım da aynı şekilde dediler ki, “Mine, aynı fikirdeyiz. Çünkü bundan 10 yıl önce biz ilk cumhuriyet döneminin kusurlarını da görüyorduk. Atatürk’ü severdik ama küçük kusurlarını da görürdük. Şimdi ise bir kusur bulana çakacak vaziyetteyiz. Yani artık o kadar kinliyiz” dedi. Kırıkkanat’ın “ilahım” dediği Atatürk bu bakımdan Mustafa Kemal Atatürk değil, Atatürk kültü. Zira Kırıkkanat’ın kafasındaki ilah tasavvuru pagan bir ilah. İn Personam kullarının saygısını hak etmiyor, aksine fonksiyonu ile saygıyı hak ediyor. Bu bakımdan Kırıkkanat’ın ilahı olan Atatürk kültü bir koruyucu tanrıdan başka bir şey ifade etmiyor. Ancak bu sözlerde asıl tartışılması gereken şey Kırıkkanat’ın kendisine bir ilah bulmuş olması değil. Aksine Kırıkkanat’ın olgun insan taklidi yapan ve bir dönem otokritik refleksine sahip olduğunu iddia eden edası benim daha fazla dikkatimi celb ediyor. Zira Kemalist alınganlık bu öneriye göre bir reaksiyon suretinde ortaya çıkmış olmalı. Oysa yukarıda da izah etmeye çalıştığım şekliyle Kemalizm bu alınganlığa tabiatı icabı mahkum. Kemalistler sahip oldukları agresif tutumu bir reaksiyon olarak açıklayadursunlar, biz onların cemaziyelevvellerini bildiğimiz için bu sözler bize ikna edici gelmiyor. Zira bırakın dışarıdan gelecek eleştirilere tahammül etmeyi, içeriden gelen ve objektiflik kaygısı taşıdığı düşünülen yorum ve analizler de sürekli olarak bu alınganlık duvarına çarptı. Can Dündar’ın Mustafa filminin kopardığı vaveyla dün gibi hatrımızda. Dündar beşer tarafı fazlasıyla ön planda bir Atatürk resmi çizdiği için paydaşlarını gücendirmemiş, kıyasıya eleştirilmemiş miydi?
Son büyük kavga
10 Kasım törenleri esnasında Edirne’de yaşanan ve nihayetinde bir üniversite öğrencisi kadının tutuklanması ile sonuçlanan hadise temel bir muammaya sahip. Şüphesiz bu muamma söz konusu kadının çıkışının provokatif maksatlı ve kurgulanmış olup olmadığı sorusu. Ancak muamma olmayan bir gerçek var ki, o da protestocu kadının sözlerinin Atatürk’ün şahsına yönelik hakaret olmadığı, aksine Atatürk kültüne yönelik bir çıkış olduğu gerçeği. Kemalistlerin Atatürk kültüne nasıl yaklaştıklarına yönelik bir çıkış olarak görülmesi gereken bu protestonun Atatürk’e hakaret olarak yorumlanması genç kadının tutuklanmasına sebebiyet verdi. Üstelik parkta oyun oynayan çocuklara nişan alarak ateş eden sapıkların tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldığı ve hepimizin hukukun kifayetsizliğine isyan ettiği bir ortamda. Akabinde Uğur Koç isimli vatandaşın sosyal medyada yer alan “Dün akşam yediğim kemal paşayı rahmetle anıyorum” paylaşımını hakaret olarak kabul etti mahkeme. Paylaşımda yer alan kemal paşa tatlısı resmi, yenildiği ifade edilen şeyin Mustafa Kemal Paşa değil, kemal paşa olduğunu ortaya koymaktaydı. Buna rağmen söz konusu genç tutuklandı. Tüm bu tutuklamaların ne anlama geldiğini bulmalıyız.
Türkiye tarihinin şüphesiz en güçlü sağ iktidarı olan AK Parti’ye karşı dönem dönem sahaya çıkarılan farklı aktörler ile bir direnç ortaya konmaya çalışıldığı muhakkak. Bütün bu aktörlerin başarısız olduğu demde, Galatasaray’ın her muhtaç olduğu dönemde Fatih Terim’i göreve getirmesi gibi Kemalizm yine oyuna sokuluyor. Yorulduğu ve yıprandığı demde nadasa çekilen bu büyük oyuncu yeniden; üstelik 28 Şubat yıpranmışlığından ve üzerine yapışan “baskıcı ve zalim” yaftalarından kurtulmuş, Erdoğan iktidarının zulmüne maruz kalmış bir mazlum kılığına sokulmuş yepyeni bir surette sahalara dönüyor. Verilen mesaj açık: Türkiye’de sağ muhafazakarlığa karşı oluşturulacak direncin en yıkılmaz kalesi, pek çok kesimden insanı bünyesinde toplaması en muhtemel aktör olan Kemalizmdir! Yukarıda zikredilen tutuklamalar, Danıştay’ın “Andımız” kararı, Türkçe ezan tartışmaları vb. söz konusu aktörün ne kadar güçlü olduğunun ilanı olarak, her kesimden muhalife çatısı altında bir toplanma davetiyesidir. Tazelenmiş ve duygusal olarak beslenmiş bir Kemalizm son büyük kavgasını vermek üzere sahneye çıkıyor. Üstelik en bilindik özelliklerinin yanına hiç bilmediğimiz, tanımadığımız yeni özellikler katmış, modifiye edilmiş bir Kemalizm olarak.
[M. Taceddin Kutay/Türk Alman Üniversitesi] - kutay@tau.edu.tr